Haziran 11, 2023

Belgin DORUK

 

ACILARIN KÜÇÜK HANIMEFENDİSİ...

Ne yaparsan yap, kaderin önüne geçemiyorsun...

Tatlı başlayan hayatlar...

Ne yazık ki, bazen acı bitiyor...

Genç Cumhuriyet’in peş peşe sergilediği...

Büyüme hamleleri arasında gözlerini başkentte açtı...

Babası Gazi Çiftliği’nde ziraat mühendisiydi...

Annesi “bebeği gamzeli olsun” diye...

Her gün üç öğün “ayva” yiyordu...

Belki inanmayacaksınız ama...

Kara kaşlı, kara gözlü o kız bebek...

Gerçekten “gamzeli” dünyaya geldi...

Yaradan, bonus olarak...

Dudağının sol yanına O’na çok yakışan bir de “ben” kondurmuştu...

Sinemaya meraklı anne...

O güzel bebeğe “maşallah” çeken herkese...

“Benim kızım film yıldızı olacak” diyordu...

Anne Refet Hanım’ın duaları kabul oldu...

—-

O minik kız...

Daha dört yaşındayken artistleri taklit etmeye başladı...

Çünkü, annesi o yaşta kızını sinemaya götürüyordu...

Ortaokulu bitirirken...

Babasının onca itirazına rağmen...

Annesi, o güzeller güzeli kızını...

“Artist Dergisi”nin açtığı yarışmaya soktu...

16 yaşındaki gamzeli kız...

Onca yarışmacı arasında birinci olmuştu...

Ne ilginç rastlantıdır ki...

Ayhan Işık da o yarışmada...

Erkekler dalında kral seçilmişti...

Takvimler 1952 yılını gösteriyordu...

Jüride Yeşilçam’ın istikbal vaat eden yönetmeni Faruk Kenç vardı...

Yarışmanın birincisi gamzeli kıza...

İlk gördüğü gün abayı yakmıştı...

O güzelliği ile baş döndüren kızın da gönlü yakışıklı yönetmene düşmüştü...

“Biz evlenmeye karar verdik!” dedikleri gün...

Kız okula veda etti...

Öylesine acele evlendiler ki...

Gamzeli, gelinlik bile giyememişti...

Aralarında 26 yaş vardı...

Bu ayrıntı...

Küçük gelinin umurunda bile değildi...

—-

Yeşilçam’ın “yanağı benli” güzeli...

18’inde evlendi; 19’unda anne oldu...

Yönetmen kocası, “Aldır bebeği, yoksa oyunculuğun biter!” dedi...

Kıyamadı yavrusuna...

Kürtaja karşı çıktı...

Kendisi gibi güzeller güzeli bir kız bebek dünyaya getirdi...

Sanki...

Bundan sonra kendisinin...

Hiç ama hiç gülemeyeceğini hissetmiş gibi...

Yavrusuna “Gül...” adını koydu!

—-

1950’li yılların ilk dilimlerinde...

Gamzeli Güzeli, kimseler tutamadı...

Yeşilçam’ın adeta “tanrıçası” olmuştu...

1955 ila 1965 arasında...

Sadece Zeki Müren’le...

Altı filmde başrolü paylaştı...

Hasılat rekorlarıyla birlikte...

İzdihamdan sinemaların kapıları da kırılıyordu...

—-

Ama en çok Ayhan Işık’la oynadı...

En az 20 filmde birlikte oldular...

1960’lı yıllarda...

Türkiye’nin şahane bir “yıldızları birbirine yakıştırma” huyu vardı...

Vatandaşın yarısı...

Gamzeli Güzeli, Ayhan Işık’ın yanında...

Diğer yarısı da...

Sarışın aktör Göksel Arsoy’un kolunda görmek istiyordu...

Ancaaak...

En güzel, en kalıcı rolü ise...

Ömrü boyunca adıyla özdeşleşen...

“Küçük Hanımefendi” oldu...

Ve o...

Zengin babanın burnu havada şımarık güzel kızı rolü...

Bi’daha hafızalardan hiç silinmedi...

Hatırlayın...

58 yıl önce çekilen “Küçükhanım Avrupa’da” filmi...

Hala...

Nasıl da keyifle seyrediliyor!

—-

Çok güzeldi...

Oyun gücü, Allah vergisiydi...

Gamzeleri şahaneydi ve...

Yanağında bir “ben”i vardı...

O “ben”, sanki alameti farika’ydı...

—-

Güzel günler geride kalıyor...

Evde işler kötüye gidiyordu...

Faruk Kenç’ten ayrıldı...

Dört yıllk evlilik, tek celsede sona erdi...

—-

Başaramadığı bi’şi daha vardı...

Kızı doğduktan sonra aldığı kiloları veremedi...

Acil zayıflaması gerekiyordu...

O tarihte...

Eczanelerde yasal olarak satılan...

Zayıflama haplarını içmeye başladı...

İşte o gün...

Dönüşü olmayan bir yola girdi...

Zayıflama hapları ne yazık ki...

İçenlere geçici bir mutluluk hali veriyordu...

Gidişat hiç de iyi değildi...

—-

Her şeye rağmen...

Yeşilçam’ın Gamzeli Güzeli...

1960’lı yıllara hızlı girdi...

Şanslıydı...

O günlerin yıldızlar dünyasındaki çekici erkeklerinden...

Senarist ve yapımcı Özdemir Birsel’e vuruldu...

Hemen evlendiler...

Film teklifleri üst üste geliyordu...

Balayına bile çıkamadılar...

Bir kaç yıl sonra...

Oğlu Aydın’ı kucağına aldı...

—-

Gelgelelim...

Bir türlü zayıflayamıyordu...

Bir an önce kilo verebilmek için...

Takviye amaçlı...

Başka zayıflama hapları kullanmaya başladı...

Kullandığı ilaçların yan etkisiyle...

Sinir sistemi allak bullak oldu...

—-

70’lerde sinemada seks furyası başlayınca...

Sahneye çıkmaya karar verdi...

Zeki Müren’den ders aldı...

Çakıl Gazinosu’nda sahneye çıkacaktı...

Ve ne oldu biliyor musunuz?

Genel provada seslendireceği şarkıları unuttu!

O gün şarkıcılık hevesi sona erdi...

Dertlerin sıraya girdiği o günlerde...

Yaşadıkları yetmezmiş gibi...

Kocası iflas etti...

Evine icra geldi...

Şişli’deki Fransız Hastanesi’ne kaldırdılar...

O güzel kadına...

Milyonların sevgilisine...

Deli muamelesi yaptılar...

O gece bir kutu uyku hapı içti...

Sessizce ölmek istiyordu...

Zor kurtardılar...

—-

Taburcu olduktan sonra...

Kendini eve kapattı...

Zayıflama hapını kullanmayı bıraktığı için...

120 kiloya çıktı!

20 yıllık kariyerine 78 film sığdırdı...

1972’de oynadığı “Gecekondu Rüzgarı” son filmi oldu...

Bi’daha kameraların karşısına geçmedi / geçemedi...

Yönetmenlerin, “Motor” diye seslenmesine hasret kaldı...

Kalp yetmezliğinden vefat ettiğinde...

59 yaşındaydı!

—-

Belgin Doruk...

Türk Sineması’nın gerçek “Küçük Hanımefendi”siydi...

En çok “hastalanmak”tan korkardı; korktuğu başına geldi...

En çok “yaşama sevincini kaybetmek”ten koktuğunu söylerdi... Korktuğu başına geldi...


Mehmet Karabel

Haziran 07, 2023

Can Yücel 1973 yılında evliliğe bakışını şu sözlerle anlatır...

 

Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 
17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için. 
17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum aynı zamanda da… 

Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi 
belki de kuruma inanmamaktan geçiyor. 
Evliliği toplumun dayattığı şekilde yaşamamaktan… 

Nedir bu dayatmalar? 
Erkeğin muhakkak kadından yaşça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine ya da en azından eşit olması bunların sadece ikisi. Olmaz, yürümez diyor toplum… 

Erkek yaşça büyük olmalı ki, kadına ‘höt’ dediğinde oturmalı kadın… 
Ya da yumuşatıyorlar; efendim kadın erkekten önce çöktüğü için (hani doğum falan) küçük olmalıymış yaşı… 

Eğitimde de böyle… 
Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layığı! 
Eşim benden 2 yaş büyük; ne ‘höt’ dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü… 

Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti.
‘Ooo Can Bey kapmışsınız çıtırı’ esprilerine muhatap dahi oldum.
Eşim 3 üniversite bitirdi; ben bi taneyi 
9 senede bitirdim… 
Ne o bana bilmişlik tasladı, ne ben ona ezik baktım…

Sebepsiz sevmektir aşk,
nedeni olmadan bağlanmak birine.
Gözlerine baktığında erimektir içten içe🙏🙏💖💖

Can YÜCEL Anısına Saygıyla

Haziran 05, 2023

Haziran 03, 2023

Güzel Şermin

 

Türkiye’nin ünlü yazarlarından Nazlı Eray’ın annesiydi. Eski Bağdat Büyükelçisi Tahir Lütfi’nin tek kızı.. 17 yaşındaydı. Güzelliği dillere destandı.

Nazlı Eray onu “su damlası gibi güzel kız” diye anlatıyor “Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni” adlı kitabında (Doğan Kitap, 2013). Kitabın kapağında fotoğrafı var. Öyle bir fotoğraf ki, İran Şahı Rıza Pehlevi gördüğü anda vuruluyor.

Irak’ta bir fotoğrafçı (Foto Arşak) yaklaşık 60 yıl süreyle o fotoğrafı vitrinde sergiliyor. Ta ki, ABD’nin Bağdat’a yaptığı hava operasyonu ve sonrasında çıkan iç kargaşa sırasında vitrin isabet alana kadar…

Peki, Şah Rıza Pehlevi, Şermin’den nasıl haberdar oluyor?

1930’lu yıllar.. Atatürk'ün silah arkadaşlarından, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Tahir Lütfi’nin (Tokay) kızı Şermin zaman zaman babasıyla birlikte resepsiyonlara katılıyor. Bazen de Türk Büyükelçiliğinde kokteyl veriliyor. Gelip gidenler, onu görenler güzelliğini dilden dile taşıyor. O dönemde tenis oynaması, sosyal aktivitelere katılması Şermin’in popülaritesini iyice artırıyor. Kısa zamanda ünü komşu ülke İran’a kadar yayılıyor.

O sırada Şah Rıza henüz Prenses Süreyya ile evli değil. Şah, Avrupa sosyetesi ve ABD’de oldukça popüler. Hollywood yıldızları ile görüşüyor, magazin dergilerinde sık sık haberleri yer alıyor.. Yakınları ona Şermin’den söz ediyor. Fotoğrafını gösteriyorlar.. Sonra bir resepsiyonda karşılaşma.

İlk görüşte vuruluyor Şah Pehlevi.. Zaman kaybetmeden Şermin’in ailesine küçük bir ahşap sandık gönderiyor. İçi zümrüt takılarla dolu. Kolyeler, küpeler, bilezikler. Bu bir aşk ilanı. Hatta daha ilerisi: Evlilik teklifi…

Türkiye’nin Bağdat Sefaretinde Şermin’in ailesini ziyaret eden Şah’ın yakınları, sandığın kapağını açarak “Bu sandığı kabul etmeniz, ya da buradan bir takı almanız, evlilik teklifini kabul ettiğinizi gösterecek” diyor.

Ama Şermin’in aklında ve daha önemlisi kalbinde Şah yok. İstemediğini söylüyor.

Mücevher sandığı, içerisinden hiçbir parça alınmaksızın geldiği gibi geri gönderiliyor.

Şah heyecanla “görücülerin” dönüşünü bekliyor. Ama “evet” yanıtı yerine sandığın geri döndüğünü görünce kalbinden vuruluyor.

Ve bu olaydan uzunca bir süre sonra Prenses Süreyya ile evleniyor.

Şah Rıza Pehlevi’nin karşılıksız aşk hikâyesi, yazar Nazlı Eray’ın son kitabı ile birlikte ortaya çıktı.

Nazlı Eray’la görüştük. Bu yazıyı tamamen onun verdiği bilgiler ışığında kaleme aldık.

Eray’a “anneniz size bu hikâyeyi anlatmış mıydı” diye sorduk: “Defalarca” dedi.

Peki, Rıza Pehlevi’yi reddettikten sonra Şermin’in yaşadığı süreç.

Nazlı Eray onu da kitabında şöyle anlatıyor:

Gençken, Bağdat’ta sefir kızıyken pek çok kişinin âşık olduğu annem, sonunda onu Ankara’da Güvenevler’deki iki katlı villanın bahçesinde görüp âşık olan babamla evlendi. Babam ona buket buket kırmızı güller yollamıştı uzun süre. Düğünleri Ankara’da Karpiç’te yapılmıştı.”

Zümrüt takılar değil, buket buket kırmızı güller…

İşte Nazlı Eray’ın “eşsiz yemyeşil gözlere ve duru bir güzelliği sahip” diye anlattığı annesi Şermin’in kalbini çalan buydu.

Belli ki Şah, Şermin’i etkilemek için yanlış bir yöntem seçmişti!.. 

BİR AŞIK DA BAĞDAT'TA..

Sadece Şah Rıza Pehlevi değil, Kerkük Türklerinden zengin bir ailenin oğlu da Şermin’e vurulmuştu.. Bağdat Tıp Fakültesinde okuyan genç, Şermin’i görmek için her fırsatı değerlendiriyor; resepsiyonlara, toplantılara katılıyordu.

Ama Şermin onun aşkını da karşılıksız bıraktı.

💫İşte o genç, daha sonra Türkiye’ye yerleşti. Hacettepe Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesini kurdu. Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığını yaptı. Sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sevgisini ve takdirini kazandı.

Avrupa ve Amerika’daki birçok üniversitede öğretim üyeliği, Uluslararası Yükseköğretim Konferansı Başkanlığı yaptı. Dünya Sağlık Örgütü tarafından Kamerun- Yaounde, Nijerya-İfe, Brezilya-Brasilia ve Kanada-Sherbrooke’da tıp fakültelerinin kurulması ve eğitim programlarının düzenlenmesinde danışman olarak görevlendirildi. O gencin adı İhsan Doğramacı’ydı.. Türkiye’de üniversite denince akla gelen ilk isimlerden biri.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Şermin’e olan aşkını ölümünden 2 yıl önce kızına anlattı.

Kızının adı da Şermin’di. Bu adı kavuşamadığı aşkının anısı için koymuştu.

Doğramacı’nın ölümünden sonra kızı Şermin, Nazlı Eray’ı telefonla aradı. Bir öğle yemeğinde bir araya geldiler. Şermin o yemekte, babasının ölmeden önce kendisine anlattığı sırrı açıkladı. Adını Nazlı Eray’ın annesinden aldığını. Babasının ona duyduğu platonik aşkı.

(MEHMET ÇETİNGÜLEÇ,  Al-Monitor, 20 Haziran, 2014)