58 yaşıma kadar başka bir hayatın mümkün olabileceğini hiç hayal etmemiştim — ev işleriyle, alışverişle, yıkanacak çamaşırlarla, hazırlanacak yemeklerle ve katlanılması gereken sessizliklerle donmuş o rutinin dışında bir hayat.
Çocukluğumdan beri bana öğretilen şuydu: Bir kadın öncelikle “yerini bulmalıydı” — evlenmeli, çocuk sahibi olmalı, ailesini bir arada tutmalıydı.
İtiraz etmemeli. Tartışmamalı. Şikâyet etmemeli. Ve eğer hayal kuruyorsan… bunu sessizce yapmalıydın. Çünkü hayaller bir yere götürmezdi.
Genç yaşta evlendim. İki çocuğum oldu. Anneydim, eş, ev kadınıydım. Yıkadım, ütüledim, pişirdim. Sabah akşam koşturdum.
Kocam çalışıyordu. Yorgun gelirdi, tek kelime etmeden yemeğini yer, televizyonun karşısına geçerdi. Sonra eleştiriler başlardı: Sıkıcı olduğumu, kendimi saldığımı, artık söyleyecek bir şeyim kalmadığını söylerdi.
Böyle bir kadınla yaşanmazmış, sadece hayatta kalınırmış.
Peki ya ben? Ben susardım. Çünkü “aile kutsaldı”.
Ve “sabretmeyi bilmek gerekirdi”.
Annem hep derdi: “Sabırlı ol. Sen bir eşsin, bir annesin.”
Ben de sabrettim. Çocuklar büyüyüp kendi hayatlarını kuracakları günü bekledim… Belki o zaman, hayatım başlardı. Sonra bir gün, kocam gitti.
Ne bağırdı, ne bir açıklama yaptı.
Kalktı, bir valiz hazırladı… ve bir daha dönmedi.
Yalnız kaldım. Ve garip şekilde, ilk hissettiğim şey acı değildi. Sessizlikti.
Gerçek bir sessizlik. Derin bir sessizlik.
Ve o sessizlikte, ilk kez… kendi sesimi duydum.
Başta kayboldum. Kim olduğumu bilmiyordum artık.
Neleri sevdiğimi, neyi gerçekten istediğimi hatırlamıyordum.
Evimin içinde bir misafir gibi dolaşıyordum. Kendime sordum: Ne zaman son kez içten bir kahkaha attım?
Ya da: Ne zaman sabah kalkıp başkasına kahve hazırlamak zorunda olmadan uyanmıştım?
Bir gün kalktım — ve yatağımı toplamadım.
Sadece kendim için bir kahve yaptım. Balkonuma çıktım. Perdelerden süzülen ışığı izledim. Küçüktü… ama büyüleyiciydi. Ve bana aitti. Sadece bana.
İşte o an bir şey değişti.
İngilizce kursuna yazıldım. Evet, işe yaramak ya da bir amaca hizmet etmek için değil.
Akıllı telefonumu kullanmayı öğrendim, tren bileti almayı.
Yalnız başıma yola çıktım. Hayatımda ilk kez.
Sonra daha da ileri gittim.
Kışın denizi gördüm. Gerçek denizi. Kartpostallardaki gibi değil. Tuzlu, canlı bir kokusu vardı… özgürlüğün kokusu gibiydi.
Ayakkabılarımı çıkardım, hâlâ nemli kumlara oturdum ve düşündüm:
“Bu kadar uzun süre neyi bekledim?”
Bir komşum bana dedi ki:
“Deli misin sen? Neredeyse altmış yaşında yalnız başına geziyorsun?”
Gülümsedim.
Çünkü belki de sonunda, artık kaybolmuş değildim. Kendimi bulmuştum.
Bugün yalnız yaşıyorum.
Kimse beni sevmediği için değil.
İlk kez… kendimi sevdiğim için.
Artık saatlere bağlı değilim.
Ama isteklerim var.
Günlerimi mutfakta geçirmiyorum artık.
Müzelere gidiyorum, bölgesel trenlere biniyorum, kitapçılarda oyalanıyorum ya da yıllardır başucumda duran ve “zamanım yok” diye okuyamadığım bir romanla battaniyenin altına giriyorum.
Bazen aynaya bakıyorum. Elbette kırışıklar var.
Ama gözlerim… gözlerim değişti.
İçlerinde yeni bir ışık parlıyor.
Çünkü 58 yaşında artık sadece hayatta kalmayı bıraktım.
Ve yaşamaya başladım. Gerçekten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder