Ekim 02, 2022

1932’de İlk Türk Dünya Güzeli Olan 18 Yaşındaki Kızın Hikayesi

 

Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği Türkiye Güzellik Kraliçesi Yarışması olan ve Miss Turkey olarak bilinen organizasyonun 1932 yılındaki birincisi seçildi.

31 Temmuz 1932’de Belçika’nın Spa kentinde yapılan ve yirmi sekiz ülkenin delegelerinin katıldığı, dönemin en prestijli yarışması, Dünya Güzellik Yarışmasında birinci olarak “Dünya Güzellik Kraliçesi” seçilmiştir. Resmî olarak Kâinat Güzeli ve Zarafet Güzeli unvanları ile de adlandırılabilir.


Keriman Halis Ece, zamanın meşhur tüccarlarından olan ve Hızır adı verilen yangın söndürme aletlerinin mümessili Tevfik Halis Bey ve Ferhunde Hanım’ın altı çocuğundan biridir. Yarışmalara da babası tarafından kaydettirilmiştir.


Keriman Halis’in bu başarısı genç Cumhuriyet için de oldukça anlamlıydı

Keriman Halis, 1932’de Türkiye’de dördüncüsü düzenlenen güzellik yarışmasını kazanarak Belçika’ya gittiğinde o güne kadar hiçbir Türkiye güzeli derece alamamıştı. Halkın umutlarını boşa çıkarmayan Keriman Halis, vatana döndüğünde Sirkeci Garı‘nda kraliçeler gibi karşılandığını şöyle anlatıyor:

En sonunda ben ve Almanya güzeli kaldık. Kırmızı bir tuvalet giymiş, yakasına da beyaz kurdele takmıştım. Jüri başkanı elindeki zarfı açtı. Heyecandan bayılabilirdim. Ve bütün tiyatro salonu, ‘Yaşasın Miss Turkey!’ sesleriyle inledi.

Keriman Halis, yarışma sonrasında bir Türk Bayrağı‘nın bulunmaması nedeniyle halkın tezahüratına cevap vermemiş ve bunun üzerine metrelerce atlas bulunarak bayrak orada yapılmış ve balkondan dalgalandırılarak izleyicilere gösterildikten sonra, kendisini görmeye gelen halkı selamlamıştır. 

Keriman Halis’e, 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ve yarışmadaki başarısından sonra bizzat Atatürk tarafından kraliçe anlamına gelen “Ece” soyadı resmî olarak verilmiştir.

Keriman Halis Ece ile 92 yılında yapılan röportaj:


İstanbul’da 98 yaşında hayatını kaybetti. Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.



Ekim 01, 2022

KOLSUZ AGOP DİYE BİR DOKTOR



Agop’un babası Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybetmiş. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüş. Küçük Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş. Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp saldırılar durunca yanmış, yıkılmış, talan edilmiş köylerine dönebilmişler.


Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi Hanım’la evlenmiş. Aile 1938’de İstanbul’a gelmiş ve Samatya’ya yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde doğmuş. Dünyaya gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış.


Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada işçilik yaparmış.


Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü arkadaşlarıyla Samatya sahilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi tam üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. ‘Bana yeni bir ceket almaları mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü görmüyorduk’ diye annesinin köteğine hak vermiş.


Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin altında un ufak olmuş. Hastaneye vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya, yine Cerrahpaşa Hastanesi’ndeymiş.


O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı halde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar vermiş. ‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ demiş. Ve dönem başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu’nda eğitime geri dönmüş.


Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam etmiş. Tahtakale’de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı ihmal etmezmiş.


Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan Lisesi’nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş evine. Agop Bey hasta Fenerbahçeli ve Fenerbahçe Kulübü üyesiymiş. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için oynayamamış. ‘Ben de sahada top koştururum’ demiş ve lisede futbola başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Ve hatta, o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girmeyi başarmış.


1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu, yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde bulmuş kendini. Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş. Bu dönemde lise öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal etmemiş.


1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışmış. 1964’te Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsünde asistan olarak göreve başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, ‘İmpetigo Herpetiformis Vak’aları Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar.’ Ben başlığından bir şey anlamayınca, Agop Hoca açıklamıştı: ‘Uçukla ilgili çok önemli bir çalışmaymış.’


1967’de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilmiş. Dört ayda Almancayı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji Kliniği’nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl’ün yanında çalışmaya başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.


Dr. Kotoğyan, 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmış, evde portakallara su şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapıyor hale gelmiş.


1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanmış. Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vermiş, nam salmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde yayımlanan makalelerinin sayısı 300’ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazmış.


Suzan Hanım’la 1975’te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ demiş.


Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada, Amerika… ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ demişler. O, bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ demişler, gülmüş geçmiş. Peki ne düşünmüş? ‘Evet doğrudur: Ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.’


Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken şöyle diyordu: ‘32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissettiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım’ diyene kadar…’


Rahatsızlanıp, doğduğu, kolu koptuktan sonra dünyaya yeniden tutunduğu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılıncaya kadar doktorluğuna devam etmişti.

Dr. Agop Kotogyan, maalesef 13 Şubat 2018 de vefat etti...

************** **************

İŞTE KOLSUZ AGOP BU....

OLUMSUZLUKLARDA PES ETMEYEN BİRİ....

YOKLUKTA VAR OLMAYI BAŞARAN BİRİ...

BU ÜLKEYİ, BU İNSANLARI SEVEN BİRİ...

BU TOPRAKLARDA YETİŞEN BİZDEN BİRİ...

BİNLERCE HASTAYA ŞİFA VEREN, BİR O KADAR ÖĞRENCİ YETİŞTİREN BİRİ...

GURUR DUYDUĞUMUZ AMA ÇOĞUMUZUN BİLMEDİĞİ BİRİ....


Yanındaki hanım: Sevil Atasoy , İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi Türk bilim kadını...


********************************


👇👇👇👇👇👇👇👇👇


Eylül 29, 2022

ÇOK ACIKLI BİR HİKAYE; HAÇİKO

 


Dostlar bu harika filmin konusu şöyle;

💫1924 yılında Tokyo Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde görev yapan Japon profesör Dr. Hidesaburo Ueno, küçük bir köpek yavrusu buldu. 

Profesör Ueno, köpeğin adını Japoncada "sekizinci" anlamına gelen Haçiko adını koydu. 

Safkan akita cinsi beyaz bir erkek olan Haçiko, her sabah üniversiteye gitmek için evden metroya kadar yürüyen sahibine eşlik etti. 

Metronun dış kapısına kadar getirdiği sahibini uğurladıktan sonra da eve döndü. 

Çok geçmeden bir akşam üniversite dönüşünde metronun çıkışında profesör Haçiko'yu kendisini beklerken gördü ve çok şaşırdı. 

Bu akıllı köpek sahibinin eve dönüş saatlerini hesaplayarak ve aynı yolu kullanacağını düşünerek metronun önüne gitmişti.

**

Ondan sonraki bir yıl boyunca, Haçiko her sabah sahibini metroya kadar götürdü, her akşam iş çıkışında da metronun önünde karşıladı. 

Hiç saatini şaşırmadı.

**

Ama bir akşam metrodan çıkmadı profesör. 

Haçiko gözleri metronun kapısında gece boyunca bekledi. 

Bir sonraki akşam yine yoktu profesör. 

Üçüncü akşam metrodan yine çıkmadı. Üniversite'de kalp krizi geçirip ölmüştü profesör.

**

Haçiko her akşam ''sahibim metrodan gelecek'' diye inatla bekledi. 

Haftalar, aylar boyunca her akşam Tokyo metrosunun Shibuya istasyonu'nun kapısına gitti. Haçiko tam 9 yıl boyunca sahibinin gelmesini bekledi. 

11 yaşındayken metronun kapısında öldü. (1935)

**

Bugün Tokyo'ya gidenlerin Shibuya istasyonunun kapısında karşılaştığı köpek heykeli Haçiko'dur. Japonlar, sadakat ve insan-hayvan ilişkisinin sembolü olarak ölümünden hemen sonra 9 yıl boyunca sahibini beklediği yere Haçiko'nun heykelini diktiler.

**

II. Dünya Savaşı'ndan sonra da unutmadılar ve savaş sırasında tahrip olan heykelin yerine 1948'de yenisini diktiler. 

Çok sevdiği sahibiyle mezarları yan yanadır. 

Bugün Shibuya istasyonu'nun o kapısı Haçiko çıkışı olarak biliniyor ve Tokyo'nun en önemli buluşma merkezlerinden biridir. 

Her yıl Haçiko'nun ölüm yıldönümü olan 8 Mart gününde birçok hayvansever heykelin önünde buluşurlar.

 * * * *  * * * *  * * * *  * * * *  * * * *


Haçiko'nun hikâyesi 1987 yılında bir Japon filmine de konu oldu. 

Türkiye'de de Japon filmleri festivali'nde gösterildi. Yaşanmış bu köpek hikâyesinin Hollywood versiyonu da çekildi ve Haçiko'nun sahibi Profesörü Richard Gere canlandırdı.


 * * * *  * * * *  * * * *  * * * *  * * * *

Eylül 28, 2022

ÖLEN MAHSA AMANİ Mİ, İNSANLIK MI?

Bir ortamda aniden sessizlik olursa 'bir yerlerde kız çocuk doğdu' denir. Çünkü heyecanla 'oğlunu bekleyen baba, kız görünce hayal kırıklığı yaşar’ ve sessizleşir ortam... Bu durum öyle çok yaşanmıştır ki, deyim olarak dilimize de geçmiştir.


O kız, çocukluğunun her aşamasında sanki yüktür evine. 'Kızını dövmeyen dizini döver' sözünü söyleyen atalardan gelen nesil; kendini kızının namusunu korumaya adar; bunun için ne mi yapar? Döver, söver, sindirir, ezer; kendi hemcinslerinden kendi kızını sakınır, ne de olsa evinin namusudur kız çocuğu...


Kız okumaz, yazmaz, öğrenmez; doğurganlık yaşı gelince baba ocağından gidecektir nasılsa, bi evi çekip çevircek eğitimi anasından alsın yeter! Hatta kendisi evcilik oynayacak yaştayken hayatla evlendirilir, yaşarken önce çocukluğu sonra ruhu elinden alınır o küçük çocuğun.


Güler 'ayıp olur', konuşur 'âsi olur', susar 'aklı ermez olur', sorar 'meraklı' olur, sormaz 'cahil olur', hayatı boyunca yaptığı ve yapmadığı herşeyden 'sorumlu' tutulur o kız çocuğu... 


Kelime anlamını bile bilmezken bir tutam saçının, dedesi yaşındaki adamlarda uyandırdığı 'şehvet' için saçından; zaman geçtikçe oluşan kıvrımlarından, kendi vücudundan utanır olur; karşı cinsi ayartmasın, aman günah olmasın diye kapatırlar o küçük kızı.


3'e kadar 'helal', başlık parasına 'satılık', başka bir kıza 'kuma' olan o küçük çocuk, anasının 'gözünün nuru' iken başka bi adamın 'elinin kiri' oluverir bir gün de...


Yatakta iki damla kanı akmadı diye canı alınan, namusu temizlenmesi gereken, cinayeti 'intihar' diye geçiştirilen, kimliği bile çıkarılmadan, nüfusa geçmeden mezara konan zavallıdır o küçük yavru.


Kendi ilkel zihniyetlerine ölçü koyamayanlar, etek boyuna göre ahlâkına ölçü verdiklerini sanırlar onun. Kendi vicdanlarını insanlığa gömenler; o küçücük bedenlerine sahip olup masum ruhlarını ömürlerine gömerler o minik yavruların.


’Erkek gibi koşup oynayamazsın, sen kızsın bu saatte sokakta kalamazsın’ diye oyunlarıyla birlikte hayalleri de sınırlanan, önce duyguları sonra düşünceleri yok edilen, ‘saçı uzun aklı kısa’ denendir o küçük çocuk.



Ortadoğunun zavallı zihniyetinde soldurulan o kız çocukları artık büyümek, yeşermek istiyor. Bu dünyayı bitirip uzayda yaşamı başlatmaya çalışanlarla, sadece 'insanca, özgürce yaşamak isteyen' kadınların yaşadığı dünyanın aynı olması sizce de trajik değil mi?? 


Kadınların isyanı sadece İran'da kalmayacak, din adı altında kadını yok etmeye çalışan bu aşağılık zihniyet, hasta ruhların egemen olduğu her toplumda yok olacak! 


Ya bu dünya kadınlar için de yaşanacak bir yer olacak, ya da hepimize dar gelecek!


Çünkü dünya karanlıkla aydınlığı birarada taşıyacak kadar büyük değil. Çünkü tüm dünyayı yüreğine alan kadının bu eziyeti, kalbine ya da ruhuna alabilecek hiç yeri kalmadı artık!

Dr. Figen Demir Kardeş 



🌸🌺🌸🌺🌸🌺🌸🌺🌸🌺🌸🌺🌸🌺🌸

Tüm can  kızçelere, FLO’dan, hem çok güzel hem de çok uygun  ayakkabı

üstüne tıklayınız

👇👇👇👇👇👇