Mart 20, 2023

Üç Nal nedir bilmek ister misiniz?

 


Şinasi Beray, 1946 yılında, babasından kalma evin alt katındaki ahırı temizleyip meyhaneye çevirir. Ahırdan bozma olduğu için adını “ÜÇ NAL Lokantası” koyar.
Mekanın müdavimleri, Ankara Lisesinden sınıf arkadaşı Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet Anday, Sebahattin Eyüboğlu, Can Yücel gibi Türk Edebiyatının dev isimleridir. Yahya Kemal dahi İstanbul'dan gelişinde uğramayı ihmal etmez, Orhan Veli'nin şiir tarzı onun tarzına bir başkaldırı olmasına karşın.

Duvarlarında hep bir şiir karalaması olduğu söylenir. 

Karikatürist Ratip Tahir Burak, veresiye defterine bir karikatür çizer ve üzerine, “İş dördüncü nalla bir ata kaldı, bir de meydana” yazar. Bunu gören Orhan Veli, hemen altına
“Üç Nal ‘a Gelen, dört nala Gider” diye ekler.
Üç Nal'ı en çok seven kuşkusuz Orhan Veli'ydi. 

Şair Orhan Veli, 10 Kasım 1950 günü Üç Nal Meyhanesinden çıkar, giderken belediyenin açmış olduğu bir çukura düşer ancak bu olayı önemsemez ve İstanbul’a döner.

14 Kasımda bir arkadaşının evinde öğlen yemeği yerken fenalaşır. Sonuç olarak Cerrahpaşa Hastanesinde yanlış teşhisle “Alkol zehirlenmesi” tedavisi uygulanır. 
Gece yarısına doğru öldüğünde henüz 36 yaşındadır.

Liseden edebiyat hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar onu son kez yoğun bakımda yatarken ziyaret edişini elemle anlatır. Vefatı Ankara ve İstanbul radyolarının yanı sıra Roma, Paris bbc ve Amerikanın sesi radyolarından da ilan edilir. Babası dahi oğlunun vefatını radyodan duyar ve inanmak istemez... 

Cenazesinde yollar insanla dolup taşar, tüm edebiyat çevresinin yani sıra halk da akın eder ve öğle saatinden önce bölgedeki tüm kahveleri doldurur.
Edebiyatımızın "Garip Akımı" nın kurucusu bir garip Orhan Veli'den geriye yazdığı şiirler ve Ankara'da o en sevdiği mekanın hatırası kalır...

Mart 19, 2023

Böyle Bir Kara Sevda 🌷 Haluk Bilginer

 Haluk Bilginer’in sesinden dinleyin derim. Ben ilk dinledim. Yine hayran kaldım. Her yanı sanat adamın ☺️🧿


Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın,
Sanma ki hikâyesi şu titreyen dalların
Düşen yaprakla biter,

Böyle bir kara sevda kara toprakla biter.

Ağlama olma mahzun gülerek bak yarına,
Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına
Dökülen akla biter,
Böyle bir kara sevda kara toprakla biter.

Mart 18, 2023

Yarım kalan aşkların destanıdır ÇANAKKALE

 

Ragıp , Selanikli'ydi...

Mustafa Kemal'le akrandı, 1881 doğumluydu, askeri tıbbiyeden mezun oldu, hekim yüzbaşıydı.

Eğitim için Almanya'ya gönderildi.

Görev yaptığı hastanede Erica'yla tanıştı, hemşireydi, beline kadar örgü sarı saçlı, tipik Alman güzeliydi.

Ragıp'ın aklı başından gitti, kaçamak bakışlarla kendisini süzen o mavi gözlere kelimenin tam manasıyla vurulmuştu.

💫Ragıp da filinta gibi delikanlıydı, üstelik Almanca'yı akıcı şekilde konuşuyordu, espriler mespriler, romantik cümleler filan, kızı bağladı, flört etmeye başladılar.

Doğrusu Erica da ilk günden gönlünü kaptırmıştı ama, mantığı engel oluyordu, Alman gerçekçiliği ağır basıyordu, çünkü, özellikle babasının ne cevap vereceğini çok iyi biliyordu, bir Türk'le bir Müslüman'la evlenmesine asla müsaade etmezlerdi, ayrıca, kendisi koyu bir hıristiyan sayılmazdı ama, bir Türk'le evlense bile din değiştirmek istemiyordu.

Ragıp dedi ki, babanı sen bana bırak, dinlerimiz konusunda ise düşündüğün şeye bak, ben seni böyle sevdim, sen beni böyle sevdin, birbirimizi neden değiştirelim ki?

Sonra gitti, bir buket çiçekle kapıyı çaldı, bizde gelenek böyledir dedi, Allah'ın emri peygamberin kavliyle Erica'yı istedi, sizi ikna etmek için ne demem gerektiğini günlerce düşündüm, inanın bulamadım, sadece şunu söyleyebilirim, kızınıza aşığım dedi.

💫💫Adeta sihirli iki kelimeydi. Zor, kolay oldu.

Medeni kimliğiyle, medeni cesaretiyle, aileyi etkilemişti, kayınpeder ikna oldu, peki dedi, hemen bir hafta sonra, Almanya'da evlendiler. Mutluluktan uçuyorlardı. Boy boy çocukların hayalini kuruyorlardı. Maalesef…

Osmanlı seferberlik ilan etti. Ragıp bir saniye bile tereddüt etmedi, vatan topraklarında kapışma başlarken, Almanya'da duramazdı, Erica'yı karşısına aldı, sana bunu yapmak istemezdim ama, gitmem lazım dedi, ölmezsem, bekle beni…

Erica hiç cevap vermedi, açtı yatak odasındaki dolabı, bavulu çıkardı, çoktaaan hazırlamıştı, gazete okuyan her Alman gibi elbette dünyanın nereye gittiğini biliyordu, Ragıp'a sarıldı, sen nereye ben oraya dedi…

İyi günde kötü günde, anca beraber kanca beraberdi.

İlk trenle İstanbul'a geldiler.

Ragıp lisan bildiği için Almanya'da zorlanmamıştı ama, Erica tek kelime Türkçe bilmiyordu.

Ev kiraladılar, Alman gelin açısından ne komşu vardı, ne akraba, ne tanıdık…

Üstelik, Ragıp'ın ailesi kendi ailesi kadar hoşgörülü olmamıştı, yabancı gelin kabul edilmemişti.🥺

Ragıp her sabah Taşkışla hastanesindeki geçici görevine gidiyor, Erica eşi gelene kadar sokağa bile çıkmıyor, yapayalnız bekliyordu.

Dört ay kadar böyle geçti.

Ragıp, Çanakkale'ye, cepheye, başhekim yardımcısı olarak atandı.

Yine aldı Erica'yı karşısına, sana bunu yapmak istemezdim ama, gitmem lazım dedi.

Erica gülümsedi, çoktaaan bavulunu hazırlamıştı, söylemiştim sana dedi, sen nereye ben oraya…

Ragıp bir taraftan kendisini böyle bir kadınla tanıştırdığı için Allah'a şükrediyor, bir taraftan sevdiğini böylesine sürüklediği için vicdanen kahroluyordu.

At arabasıyla Çanakkale'ye geldiler.

Erica bu defa yalnız değildi.

Mesleğinin tam göbeğine gelmişti.

Sahra hastanesinde gönüllü hemşire olarak çalışmaya başladı.

Ev mev yoktu, baraka bile yoktu, sahra hastanesinin bitiğişinde çadırda kalıyorlardı, kuru ekmeğe talim ediyorlardı.

Gel gör ki…

Ömürlerinde böyle mutlu olmamışlardı. 24 saat, gece gündüz birlikteydiler, önemli olan buydu, olumsuz fiziki şartlar umurlarında bile değildi. Savaş patladı…

Ragıp devamlı ameliyattaydı, Erica kan revan içinde gazilerimizin başındaydı, yara sarıyor, ilaç veriyor, ana şefkatiyle kınalı kuzularımızın saçlarını okşuyor, öğrendiği bir kaç kelime kırık dökük Türkçesiyle moral kaynağı oluyordu, “ölmeyeceksin, yaşayacaksın, iyi olacaksın, sevdiğine kavuşacaksın” diyerek, paramparça evlatlarımızı hayata bağlamaya çalışıyordu.

Gazilerimiz Erica'ya “hemşire” diye seslenmiyordu, “ana hatun” adını takmışlardı. Can pazarındaki bu kahraman kadını, annelerinin yerine koymuşlardı. Hastaneden vakit bulduğunda, köylü kadınlarımızla birlikte çalışıyor, iğne iplikle Mehmetçik'in delik deşik kıyafetlerini onarıyor, çadır dikiyordu.

17 Aralık 1915, saat üç suları…

İngiliz keşif uçağı Eceabat'ın Yalova köyündeki hilal-i ahmer hastanesi üzerinde dolaştı. Adrese teslim koordinat belirliyordu. 10 dakika geçti geçmedi, İngiliz zırhlılarından bombardıman başladı. Çatısında 20 metre boyunda “kırmızı ay” bulunmasına rağmen, bile bile, tüm ahlaki kurallara aykırı olarak, hastaneyi hedef aldılar.

Ana Hatun orada hayatını kaybetti, tertemiz yüreğine şarapnel denk gelmişti. Ragıp yara almadan kurtuldu ama, Erica'nın cenazesini kucakladığı o saniyeden sonra yaşadı denilebilir mi, bilmiyorum.😔

Erica için askeri tören düzenlendi. Sevdiği adamın vatanında, vatanımızın bağrında, Yalova köyünde, şehitlerimizin yanında toprağa verildi. Kabrinin kitabesine Osmanlıca “ifa-yı vazife esnasında top mermisiyle terk-i hayat eden madam” yazıldı.🇹🇷

🌹Çanakkale dediğin, duygusuz, ruhsuz, hamasi nutuklardan ibaret değildir.

Ayşesiyle Fatmasıyla Lindasıyla Ericasıyla, yarım kalan aşkların destanıdır...

Madam Erika olarak bilinen Anna Schwarz

Avusturya asıllı Alman Hemşire

Çanakkale Savaşında ilk kadın şehidimiz

Dr.Ragıp bey'in zevcesi



Kaynak: Avusturya Milli  Kütüphane arşivi, 1915

Mart 17, 2023

Herkes Gitmek İstiyor

Nasıl güzel geldi Can Yücel’in şiiri. Okuyan da Selçuk Yöntem olunca…

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi…
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim,
Öteki de olmuyor; 
Yani herşeyi yüzsütü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
Öbür yanımız “otur” diyor.
“O”tur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık…
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler,
Bir çocuk daha doğurmalar,
Borçlara girmeler,
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben; 
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin? 
“Sırtında yumurta küfesi taşımak” diye bir deyim vardır.
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatımız küfeler…
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira! 
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif denk olsa…
Gün içinde mesela; 
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün? 
Sabah 9 akşam 18…
Sonra başka mecburiyetler…
Sıkışıp kaldık…
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani…
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren? 
Galiba..
Ben her bahar aşık olmam
Ama her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç, ama olsun…
İstemek de güzel.