Yaş aldıkça insanların beni ziyaret etmesinden hoşlanmadığımı daha çok fark ediyorum. Her zaman böyle değildi. Gençken misafir ağırlamayı severdim. O zamanlar bu bana doğal geliyordu: Evin açık olması, kapıların hep ardına kadar açık olması, mutfakta yemek kokusu, kahkahalar, gece geç saatlere kadar süren sohbetler. Büyük bir sofra kurar, bulaşıkları toplar, herkesi ağırlar, insanların evimde rahat hissetmelerinden mutlu olurdum. Elbette yorgundum ama bu hoş bir yorgunluktu. Kendimi işe yarar hissediyordum.
Bugün her şey değişti. Yıllar geçtikçe evimin benim alanım olduğu hissini geliştirdim ve artık kimseyi içeri almak istemiyorum. Akrabalarımı bile. İyi niyetle gelseler bile. Telefon çaldığında ve biri "Seni görmeye geleceğiz" dediğinde kendimi rahatsız hissediyorum. Hemen göğsümde bir ağırlık hissediyorum. "Neden? Ne kadar süre? Ne söyleyeceğim ya da yapacağım?" diye düşünmeye başlıyorum. Saklanmak, bir bahane uydurmak istiyorum.
Birinin varlığının dengemi bozduğunu fark ettim. Her şey yerli yerinde. Her nesne, her fincan veya kitap, bana uygun bir şekilde düzenlenmiş. Bu benim düzenim. Ve aniden biri geliyor, bir fincanı yanlış yere koyuyor, sandalyeme oturuyor, musluğu veya buzdolabını açıyor. Başkaları için önemsiz ama o anda dünyamın altüst edildiğini hissediyorum. Sanki havasız kalıyorum.
Çocuklarım geldiğinde biraz farklı oluyor. Onları bekliyorum, özlüyorum. Ama o zaman bile... Burada olduklarına seviniyorum ama hemen içimde bir endişe hissediyorum: Rahat olacaklar mı, yemeği beğenecekler mi, yeterli alan var mı, her şey yolunda mı? Her zaman gerginim. Ve gittiklerinde rahatlıyorum. Tekrar nefes alabiliyorum, tekrar kendim olabiliyorum. Eski bir sabahlıkla evde dolaşıyorum, mutfakta sessizce oturuyorum, acele etmeden çay içiyorum, acele etmeden pencereden dışarı bakıyorum.
Yaşlandıkça etkileşim kurmak için daha az enerjim olduğunu anlıyorum. Evde biri varken konuşmam, gülümsemem, sohbeti sürdürmem, "ev sahibi" rolünü oynamam gerekiyor. Ama artık bu rolü oynamak istemiyorum. Oynamaktan yoruldum. İçten içe boş veya bitkin hissettiğimde misafirpervermiş gibi davranacak gücüm yok artık. Yalnızken daha sakinim. Çocuklarımla telefonda konuşabiliyor, bir kafede bir arkadaşımla buluşabiliyor veya parkta yürüyüş yapabiliyorum. Ama evde neredeyse hiç kimseyi eve davet etmiyorum.
Bir ara bunun normal olmadığını düşündüm. Üşüdüğümü. Belki yaşımdan, belki de yalnızlığımdan. Ama sonunda anladım: Bu ne bir hastalık ne de bir heves. Bu benim hakkım. Kendi alanımı koruma hakkım var. Evim beni yansıtıyor. Özgün olabileceğim, kimsenin yerine geçmek zorunda olmadığım yer burası. O kapıdan kimin gireceğine ben karar veririm. Ve çoğu zaman cevap: hiç kimse.
İnsanlar bana "Ama sonunda yalnız kalacaksın." diyor. Zaten öyleyim de, ama bu yalnızlıkta huzur buluyorum. Evet, bazen konuşmak, birine sarılmak istiyorum. Ama başkalarıyla bağ kurmanın başka yollarını buldum. Ve evimi kendime saklıyorum.
Bu başkalarına tuhaf gelebilir. Belki bazıları şöyle yargılayacaktır: "Yaşlılık insanı içine kapanık yapar." Ya da belki de tam tersine, olgunluktur. Yıllarımı başkaları için yaşayarak geçirdim. Yemek pişirdim, ev sahipliği yaptım, eğlendirdim. Şimdi kendim için yaşamak istiyorum.
Ve merak ediyorum: Bu yalnızlığın ve yorgunluğun bir işareti mi, yoksa bu yaşımda kendi dünyamı korumak ve kimseyi içeri almamak gibi doğal bir arzu mu?
#Alıntıdır

“Yaşlılık insanı içine kapanık yapar” cümlesi ilk bakışta bir kabulleniş gibi görünse de, hemen ardından gelen “ya da belki de tam tersine, olgunluktur” ifadesi aslında bir dönüşümü anlatıyor: artık sessizliğin, yalnızlığın ya da geri çekilmenin bir eksiklik değil; bilgelik, özüne dönme, kendiyle barışma hali olduğunu.
YanıtlaSil“Yıllarımı başkaları için yaşayarak geçirdim” kısmı ise bir kuşağın, özellikle fedakârlıkla yoğrulmuş bir hayatın sesi. Ama “Şimdi kendim için yaşamak istiyorum” derken, sitemden çok bir uyanış var: hayatta hâlâ kendi hikâyesini yazma arzusu.