Aralık 15, 2025

Hayata dair

 

Julia Roberts’ın söyleyip söylemediğinden emin olmadığım ama sevdiğim bir sözü var:)

"İnsanlar seni terk ettiklerinde, bırak gitsinler. Kaderin, seni terk eden kişilere bağlı değildir. Bu, onların kötü insanlar olduğu anlamına gelmez; sadece senin hikayendeki rollerinin sona erdiğini gösterir."

Bu sözler, bize hayatın buluşmalar ve vedalarla dolu doğal döngüsünü hatırlatıyor. Yolumuza çıkan her insanın bir amacı vardır: Kimi bize ilham vermeye gelir, kimi ders olmaya, kimi de yalnızca yolculuğun belli bir noktasında eşlik etmeye...

Tıpkı mevsimlerin değişmesi gibi, bazı ilişkiler de zamanla değişmeli ve son bulmalıdır.

Birisi hayatından çıktığında, bunu bir kayıp olarak değil, bir geçiş dönemi olarak gör. Bu ne bir reddedilmedir, ne de bir başarısızlık göstergesi… Sadece paylaşılan hikayenin o bölümünün sona erdiğine işarettir.

Gitmesi gerekenlere tutunmak, hayatın doğal akışına direnmek demektir. Bu, büyümeni geciktirir, önündeki yeni olasılıkların yolunu kapatır.

Unutmak; yaşanmışlıkları silmek değil, onları onurlandırmak ve yeni kapıların açılmasına izin vermektir. Bir vedayı kabul etmek, o kişinin hayatında önemli bir rol oynadığını kabul etmektir. Ama bil ki, yolculuğun artık başka bir yöne ilerliyor.

Evet, bu ayrılık canını yakabilir. Ama bil ki, bu acıdan yeni bir şey filizlenir: daha derin dostluklar, daha anlamlı ilişkiler ve en önemlisi, kendinle kurduğun daha güçlü bir bağ.

Unutma: Hikâyeni sen yazıyorsun. Biri gitmeye karar verdiğinde, bunu kitabının sonu değil, sadece çevirdiğin bir sayfa olarak gör. Kader hata yapmaz. İnsanları hayatına gerektiği zaman getirir, gerektiği zaman götürür… Her şey, büyümen içindir.



---

Aralık 01, 2025

Son Sardunyalar

 



Ah o yazlık sinemalar
Kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar
Avluda el yazmaları

Ah ne kahraman, ne cesur
Ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle
Nasıl kucaklardık

Hem utangaç hem hevesli
Mektepli sevgililerdik
Pek kırılgan pek acemi
Bir söyler bin gülerdik

O pürtelaş piyasalar
İlk sevda ilk gözyaşları
Yolları gurbete bağlar
Hep o gönül şarkıları

Ah kaldırımlar biliyor
Bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü
İlk yazdan şendik


Kasım 30, 2025

♥️♥️♥️

 

En çok  kadın hikayeleri üzüyor beni… Fikriye haklıydı. Çok sevmiş, emek vermiş, umut bağlamış… Ama  Latife de haklıydı. O da evini, yuvasını, evliliğini korumuş.

ATA’mız da ülkesi için en iyisini yapmaya çalışmış.Mutlu olmuş mudur tüm yaşanılanlardan? Hiç sanmam. Kimbilir neler hissetti. İnce bir sızı olarak kalmıştır hayatına giren tüm kadınlar.

Keşke herşey farklı olsaydı demekten başka bir şey gelmiyor aklıma…. 🥹

Tüm kalbimle kadınlarımızın, kızlarımızın üretken olmaları ve  para  kazanmaları gerektiğine o kadar çok inanıyorum ki…

 Bu sohbeti de Mehmet ASLANTUĞ’nun şu sözüyle noktalamak istiyorum.

"Hiçbir kadın geleceğini bir adamın vicdanına, aşkına, günün sonunda bir gün aklının karışmasına müsade etmemeli."



Kasım 29, 2025

GEMİCİYE GÖNÜL VEREN YUGOSLAV KIZI...

 

Berrin Turan hanımefendi'nin kaleminden..

❝Annem ve babam 1959 yılında İtalya’nın Trieste limanında tanışmışlar. Annem bir Hırvat… Hırvatistan’ın Rijeka şehrinde yaşarmış. Babam da Türk bir denizciymiş. O yaz babamın çalıştığı gemi Trieste limanına demirlemiş ve aynı günlerde annem de haftasonu gezisi için oradaymış...

Limanda birbirlerini görmüşler ve ilk görüşte aşık olmuşlar. Biraz İngilizce, biraz İtalyanca anlaşmışlar, birlikte şehri gezip dolaşmışlar. Çok geçmeden ayrılık vakti gelmiş. Babam annemin ev adresini alarak vedalaşmış. Annem Rijeka’ya, babam da gemisine geri dönmüş.

Aradan 3-4 ay geçmiş. Bir gün anneannesi evin kapısından anneme seslenmiş: “Maria buraya gel, bir adam seni soruyor.” Annem kapıda babamı görünce hem şaşırmış hem de çok sevinmiş. Babam anneme “Hazırlan seni almaya geldim, Türkiye’ye gidiyoruz.” demiş.

O yaşlarda genç bir kız için çılgınlık olsa da annem bu teklifi kabul etmiş. Anneannesi annemi “Gitme kızım, onlar 2-3 evli oluyor, diğer kadınlar seni boğaza atarlar” diye korkutmuş ama nafile, annem babama duyduğu sevgiyle yola koyulmuş.

Babam da gözünü karartmış, anneme erkek kıyafetleri giydirip başına bir kasket takarak gizlice gemiye bindirip saklamış. Babam dikkat çekmeden anneme yiyecek içecek götürüyormuş. Hırvatistan’da gemilerin çok detaylı arandığı bir sınır bölgesi varmış.

Babam oraya yaklaşırken annemin yanına inip ben gelene kadar sakın sesini çıkarma, iyi saklan deyip tekrar yukarı çıkmış. Duyguları heyecan, korku ve mutluluk arasında mekik dokuyormuş. Gemi durduğunda bir anda o bölgenin elektriği kesilmiş ve gemiyi üstünkörü arayabilmişler.

Babam annemin yanına gidip olanları anlatmış ve sarılıp ağlamışlar. Annem bu anı her anlattığında yine ağlardı. O anın mucize olduğuna inanırdı. Türkiye karasularına girdiklerinde yolculuğun zor kısmını atlattıklarını düşünmüşler ancak öyle olmamış.

Annem limanda yakalanmış. Konu anlaşılınca da serbest bırakılmış. O zamanlar birçok gazetede haberleri çıkmış. Annem 1961 yılında Türk vatandaşlığını alınca babamla evlenmişler. Adı Meral olmuş. Babam denizciliği bırakınca, birkaç yıl İstanbul’da, birkaç yıl Bursa’da yaşamışlar.

Sonra daha iyi bir hayat ümidiyle Almanya’ya gitmeye karar vermişler. 1968 yılında annem, ondan bir yıl sonra da babam Berlin’e gitmiş. Annem Bosch’ta, babam da Elektrolux fabrikasında çalışmış. 1970’te ben doğmuşum ve Berlin şehrinin anısına ismimi Berrin koymuşlar. ☺️

Ve hayatımızın en zor günleri… 1970’in haziran ayında babam fabrikada bir iş kazası sonucu hayatını kaybetmiş. Annem kucağında dört-beş aylık bebeğiyle kalakalmış. Sonra da kararını vermiş ve babamın cenazesiyle birlikte Türkiye’ye kesin dönüş yapmış.

“Babanın mezarı nerede, ben de oradayım” derdi, ondan uzak olmaya dayanamazdı. Birlikte yalnızca 11 yıl yaşasalar da aşkları bir ömür boyu sürdü. Annem Eylül 2020’de hayata veda etti ve şimdi sevdiğiyle yan yana yatıyor. 50 yıl sonra tekrar kavuştular.❞ 🌿


Berrin TURAN ~☆☆

Kasım 28, 2025

💕💕💕

 

Yaşam ;

Umut etmeyi gerektirir,

beklenmedik zamanda yeşeren

Çiçekler gibi ,

Sımsıkı tutunabilmeyi hayata....

KISSADAN HİSSE........

Adam, ormanda dolaşırken, çalıların arasında bir tilki görmüş. Ama bu tilkinin dört ayağı da sakatmış. Adam, bu tilki böyle nasıl yaşıyor, merak etmiş. İzlemeye başlamış. Birden çalıların arasından ağzında bir tavukla bir aslan çıkmış gelmiş. Aslan tavuğun yarısını tilkiye vermiş, diğer yarısını kendi yemiş ve çekip gitmiş.

Adam bu mucize karşısında donmuş kalmış.

“Allah’ım” demiş, “Sen kullarını nasıl koruyup kolluyorsun. Ben de sana teslim oluyor ve kendimi sana bırakıyorum.” Ve gitmiş bir ağacın altına oturmuş, beklemeye başlamış. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş hiçbir şey olmamış. Adam açlıktan ölecek. Ellerini açmış, göğe seslenmiş.

“Allahım beni görmüyor musun?” Gökten bir ses gelmiş: “Görüyorum da şaşırıyorum, neden sakat tilkiyi taklit ettin de, o yiğit aslanı taklit etmedin?”

Sık sık kendinize bakın. Kimi oynuyorsunuz, tilkiyi mi, aslanı mı?

Ne zaman birilerinden bir şeyler bekliyorsanız bilin ki siz topal tilkisiniz........

Kasım 18, 2025

İnsan 50 yaşından sonra…

 

İnsan 50 yaşından sonra arkadaş yapamıyor kendine. 

Yapsa da eskiler gibi olmuyor. 

Halbuki uykuya dalar gibi arkadaş olurduk okuldayken. Arkadaş olmak için yaratılmış gibiydik.

Bir hafta içinde böbrek verecek hale gelirdik.

Neden olmuyor bu işler 50'sinden sonra..

Oysa o ne güzel bir iştah, o ne güzel bir açlıktı...

Herkes herkese açtı. Seçer, bulur buluştururduk "ruh ikizlerimizi." 

Ne de çok ruhtaşımız vardı. 

Hiç açıkta kaldığımı hatırlamıyorum..

Ölümüne sevdiim, uğrunda her şeyi göze alabileceğim, her şeyiyle güzel, 

her şeyiyle doğru, her şeyiyle kabul ettiğim...

Şimdi ne zor. Herkes kapalı kutu. 

Herkes kapanmış, kaplumbağa olmuş.

Bir kahve içimi zorlu randevulara bakıyor. 

Yatıya kalmak bir tabu.

Evler de gönüller de sımsıkı kapalı. 

Gençliğin en çok bu yanını özlüyorum.

Ne güzelliğini, ne diriliğini, ne başıboşluğunu. Aynı yazarı, aynı şairi seviyoruz diye kuruluveren dostlukları özlüyorum.

Birbirimize yazdığımız o uzun, o ayrıntılı mektupları özlüyorum. 

Birbirimizi eleştirmeyişimizi özlüyorum. 

Birbirimizin dedikodusunu yapmayışımızı özlüyorum. 

Arkadaşımı koruyacağım diye annemle yaptığım şiddetli kavgaları özlüyorum.

Kavgayı değilse de kavganın altındaki ruhu özlüyorum. Dünyaya karşı arkadaşımın koruyucu meleği olmayı özlüyorum. 

Veya öyle olduğumu sanmayı….

50'sinden sonra arkadaş yapılamıyor. 

Kötülükten değil. 

Başka bir şey. 

Ama neden çözemiyorum...

Kasım 12, 2025

Hacel Obası

 

İlk Haluk Levent’ten dinlediğim 'Hacel Obası' türküsü Sivas/Şarkışla yöresine aitmiş dostlarım. Son günlerde çok işitince hikayesini merak ettim. Şöyleymiş;

Bir zamanlar 3 kardeş Gedik ovasına (Şarkışla) gelir ve kendi obalarını kurar. Zaman geçer, bu obada güzeller güzeli, alımlı çalımlı Ayşe kız doğar ve gün geçtikce serpilip büyür. Kızın ailesinin konakları vardır ve çok zengindir.

Ayşe'ye yanıp tutuşan genclerden biri de Mustafa'dır. Ayşe'de de Mustafa'ya ilgilidir, gizli gizli buluşmaya başlarlar.  Aşkları epey sürer, taa ki Teğmen Nazım'ın Şarkışla'ya gelinceye dek.

Nazım, okumuş çabalamış ve Teğmen olmuştur. Ailesine ziyarete gelir köyüne.Okumuş teğmen olmuş zıpkın gibi delikanlı Ayşe'yi görür görmez sevdalanır, ailesini gönderip istetir de.

Ancak Ayşe'nin talibi Mustafa'dır, tercih yapmaya zorlanır; Köylü Mustafa mı, Teğmen Nazım mı?

Ayşe, Mustafa'yı tercih ederse köyde kalacak, köy işleri yapacak inek dana bakacaktır. Nazım ile evlenirse ise 'Asker eşi" olacaktır.

Teğmen Nazım'la evlenmeyi kabul eder Ayşe. 

Yeni elbiseler, takılar Ayşe'nin başını döndürür. Fakat bir yandan Mustafa'yı her görüşünde utanır yaptığından, konuşmaz onunla. Lâkin Ayşe'nin zamanla nispet yapar gibi davranması Mustafa'yı deli eder ve şöyle söyler;

Hacel obasını engin mi sandın?

Ayağında potini var zengin mi sandın?

Her olur olmazı dengin mi sandın?

Ay da doldu göremedim yar seni.

Merdivenden tıkır mıkır inişin,

Çığırdaşır altın ile gümüşün,

İpti söz verişin sonra dönüşün,

Ay da geçti göremedim yar seni.

Suya gider bir incecik yolu var,

Sıktırmış kemeri ince beli var,

Söylerim söylemez tatlı dili var,

Ay da geçti göremedim yar seni,

Tren gelir acı acı sesleninir,

Yağmur yağar çift entere ıslanır,

Zalım anan duyar sana herslenir,

Ay da geçti göremedim yar seni…

💕Son günlerde duyduğumuz şekliyle aşağıya ekledim. Dinleyebilirsiniz💕


Not: Mustafa da inşallah çok mutlu olmuştur.🙏🥰 Onunla ilgili bir bilgiye ulaşamadım.

Kasım 10, 2025

Bazı insanlar

 

Evden çıkmayı sevmeyen insanlar vardır.

Üzgün ya da soğuk oldukları için değil, kendi eşyalarının arasında huzuru buldukları için.

Odaları, her şeyin anlam kazandığı küçük bir evrendir: sessizlik, pencereden süzülen ışık, taze kahvenin kokusu.

Sadece gerçekten gerektiğinde dışarı çıkarlar.

Yapmaları gerekeni yapar, fazla konuşmadan hemen geri dönerler.

Korktukları için değil, yorgun oldukları için: çünkü dünya onlara fazlasıyla gürültülüdür.

Bir, belki iki gerçek dostları vardır — ve bu onlara yeter.

Telefonları genellikle sessizdedir.

Ne aramalar, ne beklentiler, ne de cevap verme telaşı vardır.

Saatlerce sosyal medyada dolaşabilirler, hiçbir şey yazmadan, yorum yapmadan.

Sadece izlerler.

Dinlerler.

Kendileriyle sessiz bir diyalog içinde yaşarlar.

Sıcak sabah kahvesini, yavaşça okunan bir kitabı, camdan süzülen yağmuru ve mekânı yumuşak bir şekilde dolduran müziği severler.

Bazılarının yanında hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan her şeyi anlayan bir kedi ya da köpek vardır🥰

Dünya onlara “garip”, “içe kapanık”, “karmaşık”, “asosyal” der.

Ama öyle değiller.

Sadece farklılar. Daha doğrusu yorgunlar. Uzun yıllar dışarıdaki hayatı anlamaya çalışmışlar, çok emek vermişler en sonunda da huzuru sadece kendilerinde bulmayı öğrenmişlerdir.

Bu insanlar, bazı insanların sıkıldığı yerde huzuru bulurlar.

Dünya bağırdığında sessizliği seçerler.

Çünkü onlar için mutluluk gürültülü bir kutlama değildir.

Sıradan bir akşamdır — bir fincan sıcak kahve, açık bir kitap

ve başka hiçbir yerde olma zorunluluğu hissetmeden yaşanan huzur. ☕📖

Ekim 31, 2025

♥️♥️♥️

 

Hayatta dört aşamalı bir "silinme" süreci vardır:

Bu tamamen senin varoluşuna bağlıdır, başkalarına değil.

📌1- 55 yaşında:

İş yeri seni siler.

Hayatın boyunca ne kadar başarılı ya da güçlü olursan ol,

bir süre sonra sıradan bir insana dönüşürsün.

Bu yüzden eski işine ve onun verdiği üstünlük duygusuna tutunma.

Egonu serbest bırak, yoksa iç huzurunu kaybedebilirsin.

📌2- 65 yaşında:

Toplum seni yavaş yavaş siler.

Eskiden sıkça görüştüğün arkadaşlar ve iş çevresi azalır,ve artık önceki iş yerinde seni tanıyan pek kalmaz.

"Eskiden müdürdüm, yöneticiydim, ya da şu kişiydim..." deme.

Çünkü yeni nesil seni tanımıyor ve bu seni üzmemeli.

Bu da hayatın doğal bir sürecidir.

📌3- 75 yaşında:

Aile seni yavaş yavaş siler.

Çok sayıda çocuk ve torunun olsa da,çoğu zaman sadece eşinle ya da tek başına yaşarsın.

Çocukların arada sırada seni ziyaret ettiğinde,

bu onların sevgisinin bir göstergesidir.

Onları sık gelmedikleri için suçlama,

çünkü onların da kendi hayat mücadeleleri vardır.

📌4- 85 yaşında:

Zaman seni silmek ister.

Tanıdığın birçok kişi artık hayatta değildir.

Bu aşamada üzülme,çünkü bu hayatın kuralıdır ve herkes bu yoldan geçecektir.

Bu yüzden:

Hâlâ biraz gücün ve sağlığın varken,hayatını 

en iyi şekilde yaşa!

Malından mülkünden dilediğini harca, gidebildiğin kadar seyahat et,yardım etmek istediklerine yardım et,istediğini iç,oyna,

 eğlen, sevdiğin şeyleri yap!

Unutma:

Seni asla silmeyecek tek grup:

Eski dostlarındır.

Bu yüzden:

Eski ve samimi arkadaşlarınla daha çok 

iletişim kur, onları asla unutma...


Alıntı

Ekim 30, 2025

Yaş almak üzerine…

 

Birçok *hastalık* hastalık değil, *normal yaşlanmadır*. Pekin'deki bir hastanenin müdürü yaşlılara şu tavsiyede bulundu:

Hasta değilsiniz, yaşlanıyorsunuz. *Hastalık* olarak gördüğünüz birçok durum hastalık değil, *vücudun yaşlandığının* belirtileridir.

1. *Zayıf hafıza* Alzheimer değil, yaşlanan beynin kendini koruma mekanizmasıdır. Bu, bir hastalık değil, beynin yaşlanmasıdır. Anahtarlarınızı nereye koyduğunuzu unutup kendi başınıza bulabiliyorsanız, bu bunama DEĞİLDİR.

2. *Yavaş yürümek* ve dengesiz bacaklar ve ayaklar felç değil, kas dejenerasyonudur. Çözüm ilaç almak DEĞİL, *hareket etmektir*.

3. *Uykusuzluk* bir hastalık değildir, ancak beyin ritmini ayarlıyor. Uyku düzeninde bir değişikliktir. Uyku haplarını gelişigüzel kullanmayın. Uyku haplarına ve diğer uyku ilaçlarına uzun süreli bağımlılık, düşme, bilişsel bozukluk vb. riskleri artırır. Yaşlılar için en iyi uyku hapı, gün içinde daha fazla güneş ışığı almak ve düzenli bir rutin sürdürmektir.

4. Vücut ağrıları romatizma değil, yaşlanan sinirlere karşı normal bir tepkidir.

5. Birçok yaşlı "Kollarım ve bacaklarım her yerimde ağrıyor" der. Bu romatizma mı yoksa kemik hiperplazisi mi? Kemikler gevşer ve incelir, ancak "vücut ağrılarının" %99'u bir hastalık değil, ağrıyı artıran yavaş sinir iletimidir. Buna merkezi sensitizasyon denir ve yaşlılarda yaygın bir fizyolojik değişikliktir. Tedavi ilaç almaktan ziyade egzersizdir.

6. Kolesterol. Yaşlıların kolesterol seviyeleri, daha uzun yaşadıkları için biraz daha yüksektir. Kolesterol, hormonların ve hücre zarlarının sentezi için hammaddedir. Çok düşük bir seviye, bağışıklığı kolayca zayıflatabilir. Yaşlılarda kan basıncını düşürme hedefleri için kılavuz <150/90 mmHg'dir; <140/90 mmHg olan gençler için standart değildir. *Yaşlanmayı* bir *hastalık* olarak görmeyin.

7. Yaşlanmak bir hastalık değil, gerekli bir süreçtir.

Yaşlılara ve çocuklarına birkaç söz söylenmelidir: İlk olarak, unutmayın: her *rahatsızlık* bir hastalık değildir.

İkincisi, birçok yaşlı "korkmaktan" korkar. Fizik muayene raporundan veya reklamlardan korkmayın.

Üçüncüsü, çocuklar için en önemli şey *sadece* ebeveynlerini hastaneye götürmek değil, aynı zamanda yürüyüşlerde, güneşlenmede, yemeklerde, sohbetlerde ve bağ kurmada onlara eşlik etmektir.

*Yaşlanmak* düşman değildir. Yaşamanın başka bir adıdır... ama *durgunluk* düşmandır! *Sağlıklı kalın*

Brezilyalı bir onkolog şöyle dedi:

1. Orta yaş 50'de başlar ve 70'te bitmelidir.

2. Altın yıllar 70'te başlar ve 80'de biter.

3. Yaşlılık 80'de başlar ve 90'da biter.

4. Uzun ömür 90'da başlar ve ölümden sonra sona erer.

5. Yaşlı bir insanın temel sorunu yalnızlıktır. Genellikle eşler birlikte ölmez; biri önce ölür. Dul veya dul bir kadın aileye yük olur. Bu yüzden arkadaşlarınızla iletişimde kalmak, sık sık bir araya gelip iletişim kurmak, böylece muhtemelen size asla söylemeyecek olan çocuklarınıza ve torunlarınıza yük olmamak çok önemlidir.

Benim kişisel tavsiyem, hayatınızın kontrolünü kaybetmemenizdir. Bu, ne zaman ve kiminle dışarı çıkacağınıza, ne yiyeceğinize, nasıl giyineceğinize, kimi arayacağınıza, saat kaçta uyuyacağınıza, ne okuyacağınıza, neyle eğleneceğinize, ne satın alacağınıza, nerede yaşayacağınıza vb. karar vermek anlamına gelir. Çünkü tüm bunları özgürce ve tek başınıza yapamazsanız, başkalarına yük olacak, dayanılmaz bir insan olursunuz.

William Shakespeare, "Her zaman mutluyum!" demiş. Nedenini biliyor musunuz? Çünkü kimseden hiçbir şey beklemiyorum. Beklemek her zaman acı vericidir. Sorunlar ebedi değildir; her zaman bir çözümleri vardır. Sorunlarımızın sorumlusunun biz olduğumuza inanırız. Çaresi olmayan tek şey ölümdür.

Tepki vermeden önce... derin bir nefes alın;

Konuşmadan önce... dinleyin;

Eleştirmeden önce... kendinize bakın;

Yazmadan önce... dikkatlice düşünün;

Saldırmadan önce... teslim olun;

Ölmeden önce... yaşayabileceğiniz en güzel hayatı yaşayın!

En iyi ilişki mükemmel insanla değil, mümkün olan en ilginç ve güzel şekilde yaşamayı öğrenmiş ve öğrenmekte olan biriyledir. Başkalarının eksikliklerini fark edin... ama aynı zamanda erdemlerine de hayran olun ve onları övün.

Mutlu olmak istiyorsanız, başkalarını mutlu etmelisiniz. Bir şey istiyorsanız, önce kendinizden bir şeyler vermelisiniz. Kendinizi iyi, arkadaş canlısı ve ilginç insanlarla çevrelemeli ve onlardan biri olmalısınız.

Unutmayın: Zor zamanlarda, gözlerinizde yaşlarla bile olsa ayağa kalkın ve gülümseyerek şunu söyleyin: "Sorun değil, çünkü biz bir evrim sürecinin meyveleriyiz."

Ekim 25, 2025

İnsanı yakan kendi ateşidir, başkasının değil.

 

Trafikte herkesle kavga ederdi.Biri korna çalsa delirir,biri yanlış park etse cama yumruklardı.

Eve her geldiğinde yüzü asıktı.

Karısı artık onun sessizliğinden korkuyordu.

Bir akşam kadın dayanamayıp bağırdı:

“Senin derdin insanlarla değil, kendinle!

Kiminle karşılaşsan kavga ediyorsun.

Belki de sorun artık yolda değil, sende!”

Adam sustu.

O gece kapıyı çarpıp çıktı.

Yağmur yağıyordu.

Bir parkta ıslak bir banka oturdu.

Yanına bir dede geldi,

elinde eski bir baston, cebinde birkaç leblebi.

“Evladım,” dedi dede,

“niye bu kadar öfkelisin?”

Adam içini döktü:

“Herkes yanlış dede!

Kimse saygı bilmiyor, kimse insanca davranmıyor!”

Dede başını salladı, toprağı bastonuyla eşeledi:

“Evlat,” dedi, “ben de gençken senin gibiydim.

Her şey bana karşı sanırdım.

Bir gün hocam bana bir bardak su getirdi,

içinde bir tutam toprak vardı.”

‘Bunu iç,’ dedi.

“İçemem, bulanık bu,” dedim.

Gülümsedi:

‘İçindeki suyu kirleten dışarıdaki toprak değil,

içindeki fırtınadır.

Ne kadar karıştırırsan o kadar bulanır.

Bırakırsan kendi kendine durulur.’”

Adam sustu bir süre.

Sonra kısık bir sesle sordu:

“Ne yapayım peki dede?

Her şeye susayım mı?”

Dede bastonunu yere vurdu.

> “Sus evladım… ama küsmek için değil, kendini korumak için.

Sessizlik bazen bilgeliktir, ama her susan bilge değildir.

Önemli olan neye sustuğundur.

Kötülüğe sessiz kalma, ama kötülüğü içinden çıkar.

Çünkü öfke dışarıya taşarsa kavga olur,

içeriye taşarsa hastalık.”

Adam başını eğdi, gözleri doldu.

“Zaten susa susa bu hale gelmedik mi dede?” dedi.

Dede bastonunu gökyüzüne kaldırdı:

> “Evladım…

İnsan, öfkesini yutunca değil, anlamaya başlayınca büyür.

Çünkü her susmak teslimiyet değildir.

Bazen sessizlik, içindeki fırtınayı onarmaktır.”

Sonra elini adamın omzuna koydu:

“Büyümek istiyorsan önce susmayı öğren.

Haklıysan sessizlik yeter;

haksızsan kelime bile fazladır.”

Ve sonra ekledi:

> “Nazım Hikmet ne demiş evlat…

‘İnsanı yakan kendi ateşidir, başkasının değil.’”

Adam eve döndü o gece.

Hiçbir şey söylemedi.

Sadece karısının elini tuttu.

Yıllardır ilk kez o sessizlik… huzur gibi geldi.


Alıntı

Ekim 17, 2025

Evime birinin gelmesinden hoşlanmıyorum

 

Yaş aldıkça  insanların beni ziyaret etmesinden hoşlanmadığımı daha çok fark ediyorum. Her zaman böyle değildi. Gençken misafir ağırlamayı severdim. O zamanlar bu bana doğal geliyordu: Evin açık olması, kapıların hep ardına kadar açık olması, mutfakta yemek kokusu, kahkahalar, gece geç saatlere kadar süren sohbetler. Büyük bir sofra kurar, bulaşıkları toplar, herkesi ağırlar, insanların evimde rahat hissetmelerinden mutlu olurdum. Elbette yorgundum ama bu hoş bir yorgunluktu. Kendimi işe yarar hissediyordum.

Bugün her şey değişti. Yıllar geçtikçe evimin benim alanım olduğu hissini geliştirdim ve artık kimseyi içeri almak istemiyorum. Akrabalarımı bile. İyi niyetle gelseler bile. Telefon çaldığında ve biri "Seni görmeye geleceğiz" dediğinde kendimi rahatsız hissediyorum. Hemen göğsümde bir ağırlık hissediyorum. "Neden? Ne kadar süre? Ne söyleyeceğim ya da yapacağım?" diye düşünmeye başlıyorum. Saklanmak, bir bahane uydurmak istiyorum.

Birinin varlığının dengemi bozduğunu fark ettim. Her şey yerli yerinde. Her nesne, her fincan veya kitap, bana uygun bir şekilde düzenlenmiş. Bu benim düzenim. Ve aniden biri geliyor, bir fincanı yanlış yere koyuyor, sandalyeme oturuyor, musluğu veya buzdolabını açıyor. Başkaları için önemsiz ama o anda dünyamın altüst edildiğini hissediyorum. Sanki havasız kalıyorum.

Çocuklarım geldiğinde biraz farklı oluyor. Onları bekliyorum, özlüyorum. Ama o zaman bile... Burada olduklarına seviniyorum ama hemen içimde bir endişe hissediyorum: Rahat olacaklar mı, yemeği beğenecekler mi, yeterli alan var mı, her şey yolunda mı? Her zaman gerginim. Ve gittiklerinde rahatlıyorum. Tekrar nefes alabiliyorum, tekrar kendim olabiliyorum. Eski bir sabahlıkla evde dolaşıyorum, mutfakta sessizce oturuyorum, acele etmeden çay içiyorum, acele etmeden pencereden dışarı bakıyorum.

Yaşlandıkça etkileşim kurmak için daha az enerjim olduğunu anlıyorum. Evde biri varken konuşmam, gülümsemem, sohbeti sürdürmem, "ev sahibi" rolünü oynamam gerekiyor. Ama artık bu rolü oynamak istemiyorum. Oynamaktan yoruldum. İçten içe boş veya bitkin hissettiğimde misafirpervermiş gibi davranacak gücüm yok artık. Yalnızken daha sakinim. Çocuklarımla telefonda konuşabiliyor, bir kafede bir arkadaşımla buluşabiliyor veya parkta yürüyüş yapabiliyorum. Ama evde neredeyse hiç kimseyi eve davet etmiyorum.

Bir ara bunun normal olmadığını düşündüm. Üşüdüğümü. Belki yaşımdan, belki de yalnızlığımdan. Ama sonunda anladım: Bu ne bir hastalık ne de bir heves. Bu benim hakkım. Kendi alanımı koruma hakkım var. Evim beni yansıtıyor. Özgün olabileceğim, kimsenin yerine geçmek zorunda olmadığım yer burası. O kapıdan kimin gireceğine ben karar veririm. Ve çoğu zaman cevap: hiç kimse.

İnsanlar bana "Ama sonunda yalnız kalacaksın." diyor. Zaten öyleyim de, ama bu yalnızlıkta huzur buluyorum. Evet, bazen konuşmak, birine sarılmak istiyorum. Ama başkalarıyla bağ kurmanın başka yollarını buldum. Ve evimi kendime saklıyorum.

Bu başkalarına tuhaf gelebilir. Belki bazıları şöyle yargılayacaktır: "Yaşlılık insanı içine kapanık yapar." Ya da belki de tam tersine, olgunluktur. Yıllarımı başkaları için yaşayarak geçirdim. Yemek pişirdim, ev sahipliği yaptım, eğlendirdim. Şimdi kendim için yaşamak istiyorum.

Ve merak ediyorum: Bu yalnızlığın ve yorgunluğun bir işareti mi, yoksa bu yaşımda kendi dünyamı korumak ve kimseyi içeri almamak gibi doğal bir arzu mu?

#Alıntıdır

Ekim 14, 2025

Yaşlılığıma mektup:


'' Sevgili Ben

🌸Yaşlandığında  haklı olduğundan emin olsan bile asla kimseye bir şey öğretme çabası içinde olma... Bunun seni ne kadar rahatsız ettiğini hatırlıyor musun? Yaşlıların tavsiyesine kendin uydun mu?

🌺İstenmedikçe yardım etmeye çalışma. 

🌸Kendi yardım isteğinle de,  kimseyi zorlama.  Ancak isteyene  yardımcı olabilirsin. Ve bunun dozunu iyi ayarlamayı unutma! Çünkü İnsanlar nankör olmaya hazırdırlar. Bir gün yaptığın tüm yardımlar unutulabilir.

🌺Sevdiklerini dünyadaki tüm talihsizliklerden korumaya çalışma. Sadece onları sev...

🌸Sağlığın, komşuların, emekliliğin hakkında şikayet etme...

🌺Konuşurken, eski bir kavgaya dönüşme, konuşmaların kavga eder gibi değil, insanı okşar gibi olsun.

🌸Çocuklardan minnet bekleme…

🌺Kendi gençliğini hatırla, nankör çocuk pek yoktur ama, çocuklarından minnettarlık bekleyen anne ve babalar vardır.

′′ Ben senin yaşlarındayken... gibi cümleler söyleme sana en iyi yılları verdim.. 'gibi cümleleri ise asla söyleme.

🌸Torunlarınız varsa, size büyükanne, büyükbaba demeleri için ısrar etme.

🌺Son paranı yaşlanma karşıtı tedavilere harcama. İşe yaramaz. En iyisi bir gezi için harcamak…

🌸Aynadaki her gün yaş alan bu kadını sev.Bakma sen onun çizgilerine, değişen yüzüne … ne anılar, ne acılar var o yüzde.🤗 Kendini gencim  diye kandırma amaa olabildiğince şık görünmeye çalış. Kesinlikle genç, güzel değil. Olabildiğince, imkanlarınca şık. İnan bana böylesi daha iyi…

🌺Varsa eşine dikkat et, buruşuk, çaresiz ve huysuz bir yaşlı olsa bile... Bir zamanlar genç, güçlü ve neşeli olduğunu unutma. Ve belki de şu anda sana gerçekten ihtiyacı olan tek kişi o.

🌸Yeni teknolojileri anlamak, haberleri takip etmek, sürekli olarak yeni bir şeyler çalışmak, 'zamanda geride kalmamak' iyi gelir. 

Bu eğlenceli. İstediğini yap. 

Hala yapabiliyorken!

Hiçbir şey için kendini suçlama. 

🌺Hayatına ya da çocuklarının hayatına ne olduysa bilki sen elinden geleni yaptın. Evet belki daha fazlasını yapabilirdin. Ama bu kadarını yapabildin kabul et ! Ne olur KABUL ET ve DEVAM ET!

🌸Her durumda her ortamda saygınlığını koru! Sonuna kadar!

🌺🌸🌺Veeee asla unutma  ‘ KİMSENİN ŞİFACISI SEN DEĞİLSİN, HERKES KENDİ ÖYKÜSÜNDE’

(Azıcık alıntı 💕 Azıcık Ferdağ 😄)

Ekim 11, 2025

💕💕💕💕

 


"Ah..." dersin, "keşke bir evim olsa da şu kiradan kurtulsam o kadar rahat edeceğim ki..."

Bir evin olur, 2+1.

"Biraz büyük olsa, şuraya bi konsol sığsa ne güzel olurdu." dersin sonra.

O da olur, valla olur! Daha büyük bir ev de alırsın.

Üstünden az biraz zaman geçer sıkılmaya başlarsın: "Keşke bahçeli bir evim olsa çocuklar koştursa, köpek beslesek, domates eksek." dersin.

Gerçekten çabalasan, o da olur.

Bu defa, "şehrin göbeğinde değil de, keşke Ege sahilinde olsaydı şu ev ne güzel deniz havası alırdık." dersin.

O da olur uğraşırsan, niye olmasın?

Ege sahilinde, bahçesinde domates ektiğin, köpeğinin de olduğu o bahçeli evinde anneni babanı özlersin bu defa.

"Keşke onlar da komşum olsaydı, tüm sevdiklerim yanımda olurdu." diye geçirirsin içinden.

Hikaye bu ya, çok istedin o da oldu diyelim...

Sonra n'olur?

Annen baban ölür, deprem olur, sel gelir kendi enkazının altında kalırsın.

Bizi sonsuz mutlu edecek, kavuştuğumuz zaman bizi tatmin edecek tek bir somut şey yok bu hayatta.

Biz zannederiz ki sorun zannettiğimiz şeyi çözersek, bütün sorunlarımızdan kurtulacağız. Her çözüm beraberinde yeni bir sorunu getirir oysa. O sarmaldan kurtulamayacağımızı anlayınca da "yoruldum" demeye başlarız.

Yorulursun...

Hiç durmadan koşmaya devam edersen mola vermezse ruhun, kazananı asla belli olmayacak yarışlara girersen yorulursun güzel kardeşim.

Yorulursun...

Razı olmayana huzur olmadığını kabul etmezsen, insan olduğunu ve hata yapmaya programlandığını hatırlatmazsan kendine yorulursun.

Yorulursun güzel kardeşim. Kabullenmenin başarısızlık değil başarı için ilk basamak olduğunu, merhametin sadece senden acizlere değil bizzat insanın kendine de etmesi gerektiğini, şükretmenin fakirlere has bir eziklik olmadığını kabul etmezsen yorulursun.

Bunları yapmazsan kendi giyotinini kendin hazırlar, başını oraya kendin yaslar, gözlerini kapatıp kendi sonunu korku içinde beklersin.

Bu dünya doyma, rahata erme, tatmin olabilme yeri değil.

Bu dünya öylece geçip gitme, giderken de en güzel şekli ile geçme yeri sadece.

Başka anlam yüklersen çok yorulursun...

Ezgi Akgül

Ekim 03, 2025

CEHENNEM

 

Arap inançlarına göre Cehennem ; haddinden fazla sıcak olan, insanların durmadan azap çektiği bir yerdir.

Orada kaynar yiyecek ve içeceklerden başka bir şey yoktur.

Neden mi ?

Çünkü Araplar sıcak bir coğrafyada yaşayan ve sıcaktan eziyet çeken bir topluluktur.

O yüzdendir ki, onlar için en ızdırap yer böylesine sıcak bir yerdir.

Norveç mitolojisine göre ise ;

Cehennem (Niflheim) buz gibi soğuk yeraltı dünyasıdır

ve oradaki bütün nehirler donmuş haldedir.

Çünkü Norveçliler de, soğukta yaşayan ve soğuktan eziyet çeken bir topluluktur.

Peki ya gerçekte Cehennem neresidir?

Buna en güzel cevabı veren ise Dostoyevskidir ;

"Cehennem insanın kalbinde sevginin bittiği yerdir." 

Ve

Osho ilave eder ;

"İyi insanlar cennete gider değil,

iyi insanlar nereye giderse cennet orası olur."

(Alinti)

Kokular ve Müzikler

Üniversitede ilk yılımdı. Hocamız sormuştu. İnsanlar neyi unutmazlar? Tabii ki yaşlar 17-18. Herkesin aklında aşk meşk🤗 Tamam, dedi hocamız . Haklısınız çocuklar.  İlk aşklar, sevdalar unutulmaz. Amaa insanlar kokuları ve müzikleri de unutmazlar….

💫Hani birden bire bir koku geliverir burnuna yada bir müzik çalar ansızın. Seni alır götürür bir yerlere, sevdiklerine, sevmediklerine, mutlu olduğun yada mutsuz olduğun o anlara. Yüreğine koca bir hüzün yada neşe çöker yaaa…

💫💫İşte şu müzik var ya şu müzik beni çocukluğuma götürüyor. Gelibolu‘dayım. İlkokul 2. sınıfın yaz tatilindeyim. Babam sağ. Annem mutfakta. Kızartma yapıyor. Evi doldurmuş patlıcan, biber kokusu. Birazdan köfte de kızartır patatesle. Hem benim annem çok güzel yapar köfteyi.

💫Oturma odasındayım. Kızkardeşimle divanda oturuyoruz. Heidi başlıyor. Yüreğim elimde. Çok mutluyum. Bulutların üzerine sanki ben yatıyorum. Onunla ben koşuyorum. Keçilerle , Peter ile dağlara çıkıyorum. Doya doya seyrediyorum siyah beyaz televizyonumuzdan bu güzel kızı. Sonra büyüyorum. Babam da yok Heidie de…

💫💫 Ahhh! yaşarken anlamadığımız ama yaşayıp bittikten sonra burnumuzun direğini sızlatan o güzel, o mutlu, o küçücük anlar…

Babamı, çocukluğumu özledim😔



Eylül 30, 2025

PAKİZE SUDA

 

Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam. Akşam güneşi batmadan dükkanı kapatıp eve gelmeliydi.

Evimiz bahçeli olmalıydı. Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.

Ben orta boylu, tıknazca, ev hanımı olmalıydım.

Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı.

Derslerine yardım edecek kadar eğitimim olmamalıydı ama ara sıra "Dersinizi bitirdiniz mi?" diye sormalıydım.

Daha çok üstleri başlarıyla, yedikleri içtikleriyle, öksürükleri aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.

Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim.

Her ayın 15’i kabul günüm olmalıydı. Ellerime sağlık kekler, poğaçalar yapmalıydım. İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.

Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.

Patlıcan biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım.

Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.

Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, "Sus hanım bi dakka!" demeliydi. Böyle dese de beni çok sevmeliydi.

O uyuklamalıydı, ben bulaşıkları yıkamalıydım, çocuklar ders çalışmalıydı.

Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi. Öyle harem-selamlık değil ama kadın-erkek ayrı oturmalıydık.

Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı dilimizden geçirmeliydik.

Herkes birbirinin eşine "Falanca Bey", "Filanca Hanım" diye hitap etmeliydi.

Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse yüzümüz kızarmalı, hemen toparlanmalıydık.

Şehvetten uzak, şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı.

Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.

Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından... 

Dükkánda çelimsiz çıraktan gayrı öyle sekreter falan çalışmadığından... 

Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından... 

Mankenler bizim kasabaya uğramadığından...

Ve kocam efendi bir adam olduğundan beni aldatmamalıydı.

Tamam abarttım biraz. Belki de böyle bir aile yapısı örneği kalmamıştır artık.

Ama, acaba diyorum... Buna benzer bir hayat tarzı beni daha mutlu eder miydi?

Kendim de dahil uçuk kaçık insanlardan gına geldi. "Normal"liği özlüyorum.

Özgürlüğün tadını çıkaralım derken suyunu çıkardık galiba.

Herkes çok zeki, çok akıllı, çok bilgili, çok şu çok bu. Ve de çok mutsuz. Prozac’lar leblebi misali.

Çokbilmişliğin kimseye bir faydası yok galiba.

Pakize SUDA

Çok severdim rahmetliyi. Çok hoş kadındı. Şu illet hastalık demanstan erken kaybettik. Bir röportajında annem ve kardeşimi kaybettim her şeyi unutmak istiyorum gibi bir şeyler söylemişti . Duası kabul oldu demek…Ruhu şad olsun

Yakından tanımak isterseniz.

⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️




Eylül 23, 2025

KAYNANA NEDEN SEVİLMEZ?

 

Geline kına yakılırken dahi:

".. Hap koydum hap koydum

İçine de hap koydum

Kaynanamın adını kuyruklu

Yılan koydum,"  kaynanayı kötüleyen türküler okunur.

Kaktüs hediye edersiniz: Adı;

 "Kaynana Dili" 

"Kaynana Topuzu"olur.

Gördünüz mü?

Daha evlenmeden önyargı oluşmuştur.

 Daha ortada hiçbir şey yokken gelin kayınvalidesi¸ kayınvalide gelini hakkında olumsuz düşüncelere sahip oluyor.

 Böylece her iki taraf, her an patlamaya hazır güdümlü bir bombadır. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir bahane ile sessiz savaşa hazırdırlar. Üzücü bir durum değil mi?

Bu konuda sözü M.Ü Prof. Dr. Mehmet Aydın'a verecek olursak;

''Aynı kişiyi, yani oğlu ve kocasını seven iki kadın, sudan sebeplerle anlaşamayarak hayatı önce kendilerine, sonra tüm aile bireylerine zehir ediyorlar," diyor.

Kaynana kimdir? Bu sözcük nasıl türemiştir?

Orhun Yazıtları’nda ve eski Uygur metinlerinde “kayn / kayın” biçiminde geçer.

Buradaki kayın öğesi, eşin akrabalarını işaret eder; ana ise anneyi...

Anlamı bugünküyle aynı: “evlilik yoluyla edinilen akraba.” 

“Kaynana”, aslında “kayınana” yani “eşin annesi” "Kayınço veya Kayın birader" gibi...

Dilin doğal evriminde ses düşmesiyle “kaynana” biçimi kalıcılaşmıştır.

Türkçede “gelin”, evlenen kadın anlamına gelir. Yani bir aileye “gelmiş olan kadın”.

Aslında sözcük kök olarak “gel” fiilinden türemiştir.

Üzerine "in" isim yapım eki getirilerek “gelin”  “gelin” yapılmıştır.

Ve bin yıldır " evli kadınlara" "gelin" denilmektedir.

Gelelim, geleneksel aile kavramına önem veren Japonya'da bile gelin kaynana ilişkilerinde travmatik olaylara tanık olabiliyoruz. Bunun asıl nedeni nedir, diye düşündüm. Çünkü ben de henüz çiçeği burnunda bir kaynanayım...

Acaba sevilip sayılıyor muyum?

Bunu zaman gösterecek.

Zira;

Gelinler çoğu zaman kaynanalarını bir anne gibi göremez.

Kimi kıskanır, kimi mesafe koyar, kimi de her sözü yanlış anlayıp yüzleri ekşir,  alınganlık maskesi takarlar.

Aslında farkına varmadan, önyargılarının kurbanı olurlar.

Oysa her kaynana, gelinin sevdiği adamın, canından koparıp ona emanet eden kadın değil midir?

Ama çoğu gelin, kaynanasının  gözlerindeki sevgiyi değil, dudaklarındaki sözü görür.

Bir bakışı yanlış yorumlar, bir suskunluğu küçümseme sanır, bir sözünü yanlış algılar. Dokunsa kabahat, dokunmasa kabahat olur!

Böylece araya görünmez duvarlar örülür.

Annem vaktiyle bir hikaye anlatmıştı:

“Bir Böbreğin Sırrı”

Vaktiyle Uzak ülkelerde gelin kaynana birlikte yaşarlarmış.

Evlendiği günden beri kaynanasını hiç sevmez, onu bir anne gibi göremez; hep rakip, hep yargılayan bir kadın olarak görürmüş. Her sözünü ters anladığı gibi, her davranışını küçümsermiş.

Gelinin kalbinde öyle bir önyargı varmış ki, annesinin sıcaklığını kaynanasına zerre kadar duymazmış.

Yıllar geçmiş. Gelin bir gün korkunç bir trafik kazası geçirmiş. Hastaneye kaldırıldığında doktorların yüzleri kararmış:

“Hastanızın kazada sol böbreği lime lime olmuş. Diğer böbreği zaten nekroze olmuş hiç çalışmıyormuş. Tek umudumuz böbrek naklidir...”

Gelin yatağa düşmüştü. İçinde koca bir öfke ve kırgınlıkla hayatını sorgularken, beklenmedik bir mucize gerçekleşiyor:

Aylar sonra bir donör bulunmuş!.. Adı açıklanmayan, kimliğini gizli tutmak isteyen bir kadının böbreği ona nakledilmiş.

Ameliyat başarılı geçmiş. Gelin hayata tutunuyor, ama ne yazık ki kalbindeki o önyargılar hâlâ canlıymış. Kaynanasını hastalığı boyunca hiç görememiş. Bu nedenle ona olan mesafesi, yine hiç değişmemiş. 

Hatta, " beni sevmemiş, sevse hastalığımda gelir, bana bir tas çorba içirirdi," gibi benzer düşüncelerle kadına içten içe sövüp durmuş. Olumsuz önyargılar besliyormuş. Sürekli yakınlarına; 

“İyileştim, ayağa kalktım ama ben kimseye borçlu değilim,” diyormuş.

Oysa kaynanası; yeni alınan böbrek yeri iyileşmesi için başka bir şehirde yaşayan kuzkardeşinde kalıyormuş.

Aradan birkaç yıl geçmiş. Bir sabah hastaneden bir telefon gelmiş.

“Size bırakılmış bir mektup var,” demiş hemşire.

Gelin, şaşkınlıkla hastaneye gitmiş. Bir zarf uzatılır eline.

Zarfın köşesinde yazıyı görür görmez "Kaynanasının" o titrek harfleri hemen tanımış.

Ellerinin arasındaki kâğıt yanıyormuş, sanki. Zarfı hemen açıp okumaya başlamış...

**“Sevgili Gelinim,

Belki bir gün bu satırları okursun.

Beni hiçbir zaman annen gibi görmedin, biliyorum. Beni hep yanlış anladın. Belki ben de sana yeterince sevgimi gösteremedim.

Ama bil ki oğlumu sana emanet ederken kalbimde tek dileğim, senin mutlu olmandı.

Hastanede böbreğe ihtiyacın olduğunu duyduğumda hiç düşünmedim. Benim hayatım bitti sayılırdı ama senin daha yolun vardı.

Bir annenin kalbi, evladını sevdiği kadar, evladının sevdiğini de sevebilir.

Sen bunu görmedin belki, ama ben sana hep dua ettim.

Artık bu satırları okuyorsan, ben de çoktan göçmüşüm, demektir.

Kalbimde kırgınlık yok, sadece bir ricam var:

Beni annen gibi göremediysen bile, kalbinde küçücük bir köşe ayır bana.

Çünkü senin bedeninde benim bir parçam yaşıyor. Beni hatırladığında öfkeyle değil, sevgiyle, duayla hatırla.

Sana hayatımı değil, ama hayatımdan bir parça verdim.

Ve ben senin kaynanan değil…

Senin de annendim.”**

Gelin mektubu okurken gözyaşlarına hâkim olamadı. Yıllardır kalbine ördüğü duvarlar bir bir yıkıldı.

“Ben nasıl göremedim? Nasıl bu kadar kör oldum?” diye gözyaşlarıyla haykırıyormuş.

O an gerçeği fark etmiş ama her sözün sessiz kaldığı bir anmış.

Son söz:

Kıymetli okur!

Bir kaynana sadece “eşin annesi” değildir.

O kadın, senin yaşamana razı olacak kadar fedakâr, senin nefesin için canından vazgeçecek kadar annedir.

Kaynananıza "anne" bilmek zorunda değilsin…

Ama bil ki, onun kalbi bir gün sana nefes, sana can olabilir.

Kaynanamıza bakarken, aslında yarınki halimize bakıyoruzdur.


Şunu unutmayalım:


Ve bir gün her kadın *Kaynana* olacaktır.


"...Bugün senin olumsuz ön_yargın, yarın senin kaderin olabilir."


Emine Pişiren/ Akçay

Eylül 21, 2025

Derya Baykal ve Ferhan Şensoy

 


Uzun zaman sonra, bir radyo programinda dinledim, 

Derya Baykal ve Ferhan Şensoy ilişkisini...

Neden, 

Ferhan Sensoy'un yeni eşi değil de,eski eş Derya Baykal odak noktasıydı cenaze ve törende...

Mekanın sahibi gibi....

Çünkü,  

mekanın sahibiydi...

Çok aşık olup ,

evlenmişler...

Derya Baykal, küçük yaşlardan beri çalışıyor...

 Ankara konservatuvarı ve Ankara TRT 'nin önemli sanatçısı...

Müzikaller, oyunlar...vs.

Paralarını göç ettiği Istanbul'da,Atakoy evlerine yatırıyor...

4 daire alıyor...

Birinde oturuyorlar.

Ferhan Şensoy,  tiyatro almak isteyince 3 dairesini satıyor,  birikimini de veriyor, tiyatro binasını alıyorlar.

Yoktan bir tiyatro yaratıyor,  perdelerine kadar, evdeki makinede dikiyor...

Her şey çok yolunda...

Ferhan sağlıklı besleniyor,uzun orman yürüyüşlerine  çıkarıyor, gece hayati ve içki yok.

Ferhan 'ı tekrar yaratan kadın derler.

Bir gün , yakın dostları konuşuyorlar. 

Şu  isimdeki yayıncı kadınla, seni aldatıyor.  Söylemek zorunda kaldık artık,  tiyatro ortamına da sokuyor...

diye

Daha yüzleşmeye fırsat kalmadan, Derya , kocasını ve sevgilisini beraber yakalıyor.

Tiyatro anahtarını,  masaya bırakıp,  çantasını alıyor , patronu ve sanatçısı olduğu tiyatrodan gidiyor. 

Sonra diyor ki 

Derya Baykal o dönem için:

"Bir anda işsiz ve beş parasız kaldım ortada. Her kuruşum tiyatroya gitmişti. 

Amerikan Hastanesinin arka sokağında,  gümmm diye yere düşmüşüm,  baygın. 

Amerikan 'a kaldırmışlar . Testler...

Üzüntüye bağlı diyabet olmuşum. 

Bir an evvel gitmek istiyorum,  ödeyecek param yok,ama bırakmıyorlar...

Rahmi Koç uğradı odaya, geçmiş olsuna bir kaç gün daha misafirimiz olacaksınız, dedi...

Ben, ağlamaya başladım,  ödeyemem diye...

o ne demek.

sizin gibi bir sanatçı ancak misafirimiz olur. 

dedi...

Beni onurlandırdı. 

O gün,  yemin ettim, bir daha bu çaresiz duruma beni kimse düşüremez diye.

Tedavim devam ederken,bazi dizilerde rol verdi yakinlarim. Günlük harçlığım çıktı. 

Iki kız evlat, iyi eğitim şart...

Arkadaşım sen dolu bir kadınsın.

Kadınlara özgü TV programi çekelim, dedi

Ve tv kariyerim başladı.

Çok ses getirdi, bir çok sponsor ve reklam gelirim de oldu.

Iki kızımı Amerika'da okuttum.

Çok iyi bir muhitte, güzel bir ev aldım. 

Bir gün alıp,  her köşesini kendim dekore ettiğim Bodrum'daki ortak yazlık evimizin anahtarını iade etmem istendi...

Ettim ve Ayvalık 'ta yeni bir yazlık aldım.

 Kızlar üzülmesin ve eksik kalmasın diye.

Yıllarca çalıştım,  artık dinleniyorum... 

Torunlarım var...

Ve küçülttum hayatımı...

Boğazdaki evi sattım,

Cihangir'e taşındım.

Keyfim yerinde..."

Kizlar Amerika'dan  dönüyorlar 

Babalarına aşıklar,  tiyatroda beraber çalışıyorlar. 

Bir gün,  kızlar ve Rasim Öztekin geliyor.  Kötü bir durum var belli.

Vergi borcu nedeniyle tiyatro mühürlenmiş.  Medyada da çıksın istenmiyor.

Derya Baykal hemen bir iki siyasetçi ile irtibat kurup , vergiyi ödüyor  ve mühür hemen sökülüyor. 

Bu konu sorulduğunda ise

- önemli bir şey degildi, ayrılmış olmamız  Ferhan'in büyük sanatçı olmasını değiştirmez... Helal olsun...der

Dedikodu olarak epey konuşuldu ya...

Eş nerede, niye herkes Deryanın etrafında diye

Hatta, K.Kılıçdaroğlu,  E.İmamoğlu  ve C.Kaftancıoglu....

Neden 'aile" taziyesine Deryaya gitti, dendi.

Çok haksızlığa uğrayan bir kadına, galiba " hakkı " teslim edildi...

Kendi parasıyla kurduğu tiyatroya, elbet kraliçe gibi girecekti.

Ve, öyle de girdi...