Ekim 31, 2025

♥️♥️♥️

 

Hayatta dört aşamalı bir "silinme" süreci vardır:

Bu tamamen senin varoluşuna bağlıdır, başkalarına değil.

📌1- 55 yaşında:

İş yeri seni siler.

Hayatın boyunca ne kadar başarılı ya da güçlü olursan ol,

bir süre sonra sıradan bir insana dönüşürsün.

Bu yüzden eski işine ve onun verdiği üstünlük duygusuna tutunma.

Egonu serbest bırak, yoksa iç huzurunu kaybedebilirsin.

📌2- 65 yaşında:

Toplum seni yavaş yavaş siler.

Eskiden sıkça görüştüğün arkadaşlar ve iş çevresi azalır,ve artık önceki iş yerinde seni tanıyan pek kalmaz.

"Eskiden müdürdüm, yöneticiydim, ya da şu kişiydim..." deme.

Çünkü yeni nesil seni tanımıyor ve bu seni üzmemeli.

Bu da hayatın doğal bir sürecidir.

📌3- 75 yaşında:

Aile seni yavaş yavaş siler.

Çok sayıda çocuk ve torunun olsa da,çoğu zaman sadece eşinle ya da tek başına yaşarsın.

Çocukların arada sırada seni ziyaret ettiğinde,

bu onların sevgisinin bir göstergesidir.

Onları sık gelmedikleri için suçlama,

çünkü onların da kendi hayat mücadeleleri vardır.

📌4- 85 yaşında:

Zaman seni silmek ister.

Tanıdığın birçok kişi artık hayatta değildir.

Bu aşamada üzülme,çünkü bu hayatın kuralıdır ve herkes bu yoldan geçecektir.

Bu yüzden:

Hâlâ biraz gücün ve sağlığın varken,hayatını 

en iyi şekilde yaşa!

Malından mülkünden dilediğini harca, gidebildiğin kadar seyahat et,yardım etmek istediklerine yardım et,istediğini iç,oyna,

 eğlen, sevdiğin şeyleri yap!

Unutma:

Seni asla silmeyecek tek grup:

Eski dostlarındır.

Bu yüzden:

Eski ve samimi arkadaşlarınla daha çok 

iletişim kur, onları asla unutma...


Alıntı

Ekim 30, 2025

Yaş almak üzerine…

 

Birçok *hastalık* hastalık değil, *normal yaşlanmadır*. Pekin'deki bir hastanenin müdürü yaşlılara şu tavsiyede bulundu:

Hasta değilsiniz, yaşlanıyorsunuz. *Hastalık* olarak gördüğünüz birçok durum hastalık değil, *vücudun yaşlandığının* belirtileridir.

1. *Zayıf hafıza* Alzheimer değil, yaşlanan beynin kendini koruma mekanizmasıdır. Bu, bir hastalık değil, beynin yaşlanmasıdır. Anahtarlarınızı nereye koyduğunuzu unutup kendi başınıza bulabiliyorsanız, bu bunama DEĞİLDİR.

2. *Yavaş yürümek* ve dengesiz bacaklar ve ayaklar felç değil, kas dejenerasyonudur. Çözüm ilaç almak DEĞİL, *hareket etmektir*.

3. *Uykusuzluk* bir hastalık değildir, ancak beyin ritmini ayarlıyor. Uyku düzeninde bir değişikliktir. Uyku haplarını gelişigüzel kullanmayın. Uyku haplarına ve diğer uyku ilaçlarına uzun süreli bağımlılık, düşme, bilişsel bozukluk vb. riskleri artırır. Yaşlılar için en iyi uyku hapı, gün içinde daha fazla güneş ışığı almak ve düzenli bir rutin sürdürmektir.

4. Vücut ağrıları romatizma değil, yaşlanan sinirlere karşı normal bir tepkidir.

5. Birçok yaşlı "Kollarım ve bacaklarım her yerimde ağrıyor" der. Bu romatizma mı yoksa kemik hiperplazisi mi? Kemikler gevşer ve incelir, ancak "vücut ağrılarının" %99'u bir hastalık değil, ağrıyı artıran yavaş sinir iletimidir. Buna merkezi sensitizasyon denir ve yaşlılarda yaygın bir fizyolojik değişikliktir. Tedavi ilaç almaktan ziyade egzersizdir.

6. Kolesterol. Yaşlıların kolesterol seviyeleri, daha uzun yaşadıkları için biraz daha yüksektir. Kolesterol, hormonların ve hücre zarlarının sentezi için hammaddedir. Çok düşük bir seviye, bağışıklığı kolayca zayıflatabilir. Yaşlılarda kan basıncını düşürme hedefleri için kılavuz <150/90 mmHg'dir; <140/90 mmHg olan gençler için standart değildir. *Yaşlanmayı* bir *hastalık* olarak görmeyin.

7. Yaşlanmak bir hastalık değil, gerekli bir süreçtir.

Yaşlılara ve çocuklarına birkaç söz söylenmelidir: İlk olarak, unutmayın: her *rahatsızlık* bir hastalık değildir.

İkincisi, birçok yaşlı "korkmaktan" korkar. Fizik muayene raporundan veya reklamlardan korkmayın.

Üçüncüsü, çocuklar için en önemli şey *sadece* ebeveynlerini hastaneye götürmek değil, aynı zamanda yürüyüşlerde, güneşlenmede, yemeklerde, sohbetlerde ve bağ kurmada onlara eşlik etmektir.

*Yaşlanmak* düşman değildir. Yaşamanın başka bir adıdır... ama *durgunluk* düşmandır! *Sağlıklı kalın*

Brezilyalı bir onkolog şöyle dedi:

1. Orta yaş 50'de başlar ve 70'te bitmelidir.

2. Altın yıllar 70'te başlar ve 80'de biter.

3. Yaşlılık 80'de başlar ve 90'da biter.

4. Uzun ömür 90'da başlar ve ölümden sonra sona erer.

5. Yaşlı bir insanın temel sorunu yalnızlıktır. Genellikle eşler birlikte ölmez; biri önce ölür. Dul veya dul bir kadın aileye yük olur. Bu yüzden arkadaşlarınızla iletişimde kalmak, sık sık bir araya gelip iletişim kurmak, böylece muhtemelen size asla söylemeyecek olan çocuklarınıza ve torunlarınıza yük olmamak çok önemlidir.

Benim kişisel tavsiyem, hayatınızın kontrolünü kaybetmemenizdir. Bu, ne zaman ve kiminle dışarı çıkacağınıza, ne yiyeceğinize, nasıl giyineceğinize, kimi arayacağınıza, saat kaçta uyuyacağınıza, ne okuyacağınıza, neyle eğleneceğinize, ne satın alacağınıza, nerede yaşayacağınıza vb. karar vermek anlamına gelir. Çünkü tüm bunları özgürce ve tek başınıza yapamazsanız, başkalarına yük olacak, dayanılmaz bir insan olursunuz.

William Shakespeare, "Her zaman mutluyum!" demiş. Nedenini biliyor musunuz? Çünkü kimseden hiçbir şey beklemiyorum. Beklemek her zaman acı vericidir. Sorunlar ebedi değildir; her zaman bir çözümleri vardır. Sorunlarımızın sorumlusunun biz olduğumuza inanırız. Çaresi olmayan tek şey ölümdür.

Tepki vermeden önce... derin bir nefes alın;

Konuşmadan önce... dinleyin;

Eleştirmeden önce... kendinize bakın;

Yazmadan önce... dikkatlice düşünün;

Saldırmadan önce... teslim olun;

Ölmeden önce... yaşayabileceğiniz en güzel hayatı yaşayın!

En iyi ilişki mükemmel insanla değil, mümkün olan en ilginç ve güzel şekilde yaşamayı öğrenmiş ve öğrenmekte olan biriyledir. Başkalarının eksikliklerini fark edin... ama aynı zamanda erdemlerine de hayran olun ve onları övün.

Mutlu olmak istiyorsanız, başkalarını mutlu etmelisiniz. Bir şey istiyorsanız, önce kendinizden bir şeyler vermelisiniz. Kendinizi iyi, arkadaş canlısı ve ilginç insanlarla çevrelemeli ve onlardan biri olmalısınız.

Unutmayın: Zor zamanlarda, gözlerinizde yaşlarla bile olsa ayağa kalkın ve gülümseyerek şunu söyleyin: "Sorun değil, çünkü biz bir evrim sürecinin meyveleriyiz."

Ekim 25, 2025

İnsanı yakan kendi ateşidir, başkasının değil.

 

Trafikte herkesle kavga ederdi.Biri korna çalsa delirir,biri yanlış park etse cama yumruklardı.

Eve her geldiğinde yüzü asıktı.

Karısı artık onun sessizliğinden korkuyordu.

Bir akşam kadın dayanamayıp bağırdı:

“Senin derdin insanlarla değil, kendinle!

Kiminle karşılaşsan kavga ediyorsun.

Belki de sorun artık yolda değil, sende!”

Adam sustu.

O gece kapıyı çarpıp çıktı.

Yağmur yağıyordu.

Bir parkta ıslak bir banka oturdu.

Yanına bir dede geldi,

elinde eski bir baston, cebinde birkaç leblebi.

“Evladım,” dedi dede,

“niye bu kadar öfkelisin?”

Adam içini döktü:

“Herkes yanlış dede!

Kimse saygı bilmiyor, kimse insanca davranmıyor!”

Dede başını salladı, toprağı bastonuyla eşeledi:

“Evlat,” dedi, “ben de gençken senin gibiydim.

Her şey bana karşı sanırdım.

Bir gün hocam bana bir bardak su getirdi,

içinde bir tutam toprak vardı.”

‘Bunu iç,’ dedi.

“İçemem, bulanık bu,” dedim.

Gülümsedi:

‘İçindeki suyu kirleten dışarıdaki toprak değil,

içindeki fırtınadır.

Ne kadar karıştırırsan o kadar bulanır.

Bırakırsan kendi kendine durulur.’”

Adam sustu bir süre.

Sonra kısık bir sesle sordu:

“Ne yapayım peki dede?

Her şeye susayım mı?”

Dede bastonunu yere vurdu.

> “Sus evladım… ama küsmek için değil, kendini korumak için.

Sessizlik bazen bilgeliktir, ama her susan bilge değildir.

Önemli olan neye sustuğundur.

Kötülüğe sessiz kalma, ama kötülüğü içinden çıkar.

Çünkü öfke dışarıya taşarsa kavga olur,

içeriye taşarsa hastalık.”

Adam başını eğdi, gözleri doldu.

“Zaten susa susa bu hale gelmedik mi dede?” dedi.

Dede bastonunu gökyüzüne kaldırdı:

> “Evladım…

İnsan, öfkesini yutunca değil, anlamaya başlayınca büyür.

Çünkü her susmak teslimiyet değildir.

Bazen sessizlik, içindeki fırtınayı onarmaktır.”

Sonra elini adamın omzuna koydu:

“Büyümek istiyorsan önce susmayı öğren.

Haklıysan sessizlik yeter;

haksızsan kelime bile fazladır.”

Ve sonra ekledi:

> “Nazım Hikmet ne demiş evlat…

‘İnsanı yakan kendi ateşidir, başkasının değil.’”

Adam eve döndü o gece.

Hiçbir şey söylemedi.

Sadece karısının elini tuttu.

Yıllardır ilk kez o sessizlik… huzur gibi geldi.


Alıntı

Ekim 17, 2025

Evime birinin gelmesinden hoşlanmıyorum

 

Yaş aldıkça  insanların beni ziyaret etmesinden hoşlanmadığımı daha çok fark ediyorum. Her zaman böyle değildi. Gençken misafir ağırlamayı severdim. O zamanlar bu bana doğal geliyordu: Evin açık olması, kapıların hep ardına kadar açık olması, mutfakta yemek kokusu, kahkahalar, gece geç saatlere kadar süren sohbetler. Büyük bir sofra kurar, bulaşıkları toplar, herkesi ağırlar, insanların evimde rahat hissetmelerinden mutlu olurdum. Elbette yorgundum ama bu hoş bir yorgunluktu. Kendimi işe yarar hissediyordum.

Bugün her şey değişti. Yıllar geçtikçe evimin benim alanım olduğu hissini geliştirdim ve artık kimseyi içeri almak istemiyorum. Akrabalarımı bile. İyi niyetle gelseler bile. Telefon çaldığında ve biri "Seni görmeye geleceğiz" dediğinde kendimi rahatsız hissediyorum. Hemen göğsümde bir ağırlık hissediyorum. "Neden? Ne kadar süre? Ne söyleyeceğim ya da yapacağım?" diye düşünmeye başlıyorum. Saklanmak, bir bahane uydurmak istiyorum.

Birinin varlığının dengemi bozduğunu fark ettim. Her şey yerli yerinde. Her nesne, her fincan veya kitap, bana uygun bir şekilde düzenlenmiş. Bu benim düzenim. Ve aniden biri geliyor, bir fincanı yanlış yere koyuyor, sandalyeme oturuyor, musluğu veya buzdolabını açıyor. Başkaları için önemsiz ama o anda dünyamın altüst edildiğini hissediyorum. Sanki havasız kalıyorum.

Çocuklarım geldiğinde biraz farklı oluyor. Onları bekliyorum, özlüyorum. Ama o zaman bile... Burada olduklarına seviniyorum ama hemen içimde bir endişe hissediyorum: Rahat olacaklar mı, yemeği beğenecekler mi, yeterli alan var mı, her şey yolunda mı? Her zaman gerginim. Ve gittiklerinde rahatlıyorum. Tekrar nefes alabiliyorum, tekrar kendim olabiliyorum. Eski bir sabahlıkla evde dolaşıyorum, mutfakta sessizce oturuyorum, acele etmeden çay içiyorum, acele etmeden pencereden dışarı bakıyorum.

Yaşlandıkça etkileşim kurmak için daha az enerjim olduğunu anlıyorum. Evde biri varken konuşmam, gülümsemem, sohbeti sürdürmem, "ev sahibi" rolünü oynamam gerekiyor. Ama artık bu rolü oynamak istemiyorum. Oynamaktan yoruldum. İçten içe boş veya bitkin hissettiğimde misafirpervermiş gibi davranacak gücüm yok artık. Yalnızken daha sakinim. Çocuklarımla telefonda konuşabiliyor, bir kafede bir arkadaşımla buluşabiliyor veya parkta yürüyüş yapabiliyorum. Ama evde neredeyse hiç kimseyi eve davet etmiyorum.

Bir ara bunun normal olmadığını düşündüm. Üşüdüğümü. Belki yaşımdan, belki de yalnızlığımdan. Ama sonunda anladım: Bu ne bir hastalık ne de bir heves. Bu benim hakkım. Kendi alanımı koruma hakkım var. Evim beni yansıtıyor. Özgün olabileceğim, kimsenin yerine geçmek zorunda olmadığım yer burası. O kapıdan kimin gireceğine ben karar veririm. Ve çoğu zaman cevap: hiç kimse.

İnsanlar bana "Ama sonunda yalnız kalacaksın." diyor. Zaten öyleyim de, ama bu yalnızlıkta huzur buluyorum. Evet, bazen konuşmak, birine sarılmak istiyorum. Ama başkalarıyla bağ kurmanın başka yollarını buldum. Ve evimi kendime saklıyorum.

Bu başkalarına tuhaf gelebilir. Belki bazıları şöyle yargılayacaktır: "Yaşlılık insanı içine kapanık yapar." Ya da belki de tam tersine, olgunluktur. Yıllarımı başkaları için yaşayarak geçirdim. Yemek pişirdim, ev sahipliği yaptım, eğlendirdim. Şimdi kendim için yaşamak istiyorum.

Ve merak ediyorum: Bu yalnızlığın ve yorgunluğun bir işareti mi, yoksa bu yaşımda kendi dünyamı korumak ve kimseyi içeri almamak gibi doğal bir arzu mu?

#Alıntıdır